Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralı

Bu kurala göre liderler kitlelerini deşarj edip sürekli diri ve kendilerine bağlı tutmak için devamlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklarda karşı tarafı yani onlar diyerek ötekileştirdiği tarafı suçlayıcı argümanları kendi kitlesine sunmaktadır. Bu sayede kitlesini diri tutarken karşı tarafın kendisine yönelttiği haklı yada haksız tüm argümanları da çürütmekte ve kitlesinin dağılmasına neden olabilecek olası tehditleri sağladığı bu ötekileştirme gücüyle bertaraf etmektedir.

Onlar ve biz şeklinde ortaya çıkan bu karşılıklı çatışmanın başlıca unsurları şunlardır; kitleyi inandıracak bir hedef yada idealin ortaya konması.
Karşı tarafı bir ideolojik yada karşıt herhangi bir görüş kalıbı içine yerleştirmek.
Karşı tarafa yönelik yürütülen ötekileştirme safhasında yapışkan söylemler üretmek.

Öyle ki bu yapışkan söylemler zamanla kalıp halini alıp karşı kitleyi telaffuz etmek yani onları açıklamak için kullanılabilmektedir. Örnek verecek olursak Ak Parti’nin CHP’ye yönelik CeHaPe Zihniyeti söylemi yada karşı tarafın yani CHP’nin Ak Parti’ye yönelik AKePe iktidarı söylemi bu yapışkan söylemlere önemli bir örnektir.

Bu söylemlerin üretilmesi ile birlikte kanaat önderleri ve onun yanında yer alan destekleyici önderler bu söylemlerin tüm kitlenin içerisinde yayılmasını sağlayarak karşı taraftan gelecek akılcı ve gerçek argümanların dahi kendi kitlesi içerisinde müdahaleye gerek kalmadan gerçekliği tartışılır bir zeminde ortaya çıkıp hızla yine kitlenin kendisi tarafından imha edilmesi sağlanmaktadır. Bu sürecin yaşanabilmesi için her iki tarafta gerek medya organları gerek sohbet ortamları dahil kitlesine ulaşabileceği her ortamda bu argümanları kitlesine dayatmaktadır.

Öyle ki siyasi partiler ele alındığında her hangi bir tanesinin il yada ilçe teşkilatı binasına girdiğinizde karşılaşacağınız muhtemel ilk materyaller ya o görüşü savunan ve karşıt görüşü yere sermek için ağır dil kullanan gazete nüshaları olacaktır yada yine o siyasal görüşü destekleyici yayınlar yapan bir kanalın TV’de açık olduğunu göreceksiniz.

Bu yöntem ile söz konusu yapılar kendi kitlesine kendi ideolojisini dayatıp mutlak doğru olarak kabul ettirmeye çalışırken aynı zamanda karşıt görüş kavramını da alevlendirmekte ve karşılarına mutlak bir tehdit olacak güç yerleştirmektedirler. Söylemler durağanlaşıp sıradanlaşmaya başladığında karşıtlık çatısı altında bir arada olan kitleler birleşmeye başlayacaktır. Nitekim bu gibi durumlarda siyasal kanaat önderleri genelde kendilerini hedef alan birkaç argümanın yayınlanmasında bir sakınca görmeyeceklerdir. Zira bu tip saldırılar yani kitlenin inandığı ideale saldırı olası yumuşamaların yerine şiddetli ideoloji çatışmalarını yeniden getirecektir.

Bu kural yalnızca siyasal anlamda değerlendirmeler ile ortaya konulamayacak kadar geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bir diğer örnek olarak şirketlerinde rekabet adı altında aslında kendi müşteri portföylerine yönelik sadık kitle oluşması için benzer çalışmalar yürüttükleri sık sık görülen bir durumdur. Örneğin gofret üretimi yapan iki ayrı şirketi ele aldığımızı düşünelim. Eğer A şirketinin gofreti fazla satmaya başlamışsa B şirketi bir anda bu alana yoğunlaşıp reklam ve pr çalışmaları yaparak öncelikli kendi kitlesine gofretlerinin daha iyi olduğunu anlatır. Bu çalışmanın ardından diğer şirketi yani karşıtı alt etmek ve kitleye bakın onlardan daha iyi olan biziz imajını vermek için sokaktan yararlanırlar. Yani sokağa çıkıp iki isimsiz gofret sunduk insanlar diğer bir deyişle genel kitle bizim gofretimizi seçti demek için çaba sarf ederler ve istediklerini aldıklarında da tüm kitleye bunu duyurmak için yine medyanın gücünden faydalanırlar. Burada şirketler rekabet sırasında karşıtlık kullanmış yani karşıt bir görüş inşa edip sonrasında onu kendileri karşısında çürütmek için kitleye argümanlar sunmuşlardır.

Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralının en fazla kullanıldığı alan spor alanıdır. Özellikle futbol tamamen karşılıklı suçlayıcılık kuralı prensibini uygulayarak kitlesini deşarj etmekte ve sömürmektedir. A Spor takımı yer aldığı ligde muhakkak bir başka kulübü ezeli bir rakip olarak seçmiştir. Bu hedef seçimi genelde güç dengeleri gözetilerek yapılır. Yani A Spor takımı kendisinden kat ve kat güçlü C kulübünü hedef seçmek yerine kendisine en yakın güçteki B kulübünü hedefine alır.  Ligde başarısız olduğunda yada işler kötü gittiğinde futbolu takip eden herkesin de bildiği üzere ki özellikle büyük kulüpler bunu yapar. Mutlak ezeli rakip seçtikleri karşıtlarını ezmenin ligde başarılı olmaktan çok daha önemli olduğunu kitlelerine empoze eder ve bunu sürekli olarak dinç tutarlar. Zira işler kötü gittiğinde ezeli rakibi yenmek onlara kitlelerinde yükselen huzursuzluğu dindirmek için bir can simidi olacaktır.

Futbolda özellikle karşıtlıklar o denli hat safhaya çıkartılır ki kitleye 12. Adam yada sen yoksan eksiğiz gibi söylemler ile bağlılıklarının kulübün devamlılığı için bir mecburiyet olduğu ve sırtlarını dönerlerse ihanet etmiş olacakları benimsetilir. Bu sayede taraftar olarak lanse edilen etkilenmiş kitle inandırıldıkları kulüp için zamanlarını ve paralarını gönüllü olarak verirler. Bu safhaya başarıyla geçebilmiş spor kulüpleri genelde ürünlerini oldukça pahalı fiyatlara satarlar ve bunu yaparken de kitlelerine güçlü destek için bunun gerekli olduğunu dile getirirler. Ne var ki kulüpler genelde toplanan paraların büyük kısmını boşa harcar ve hep daha fazlası için kitlesinden para ve zaman ister. Karşılıklı suçlayıcılık Kuralı sayesinde de bu istediklerini çoğu zaman elde ederler. Ezeli rakiplerine yada kendilerini engellediğini dile getirdikleri kişileri kurumları öne atarlar ve karşıtlığa karşı kendi kitlelerini güçlü olabilmek için bir arada olmaya mecbur bırakırlar. Bu sayede her ne kadar zaman zaman sorgulanıyor olsalar da kitlenin büyük kısmının desteğini her daim karşıtı suçlayarak yanlarında tutmayı başarırlar.

Zira insan inandırıldığı bir şeye karşı saldırıldığında doğal iç güdüleri gereği yanlış yada doğru olduğuna bakmaksızın savunma gerçekleştirir. (Köpek Savunması Modeli yazımda bu durum ele alınmıştır.) Bu durum özellikle bireyin tekil özelliğini kaybedip kitle içerisinde erimesi ve kitlenin akımına kapılması durumunda çok daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkar. Bu sarmaldan ancak birey kendi benliğine dönerek kurtulabilir. Ama ne yazık ki bunun olabilmesi için kişinin söz konusu kitleden uzaklaşması ve konulara karşı dinginleşmesi gerekir.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğu kendi fikirlerini ortaya sunmaktan aciz ve başkalarının fikirlerini savunarak bu boşluklarını doldurma çabasındalar. Yazının başlığında vurgulamak istediğim noktada bu aslında, bir çoğumuz başkalarının fikirleri üzerinden  yola çıkıyoruz. O fikrin sahibinin ve düşünce yapısının çarpıklıklarını görmezden gelerek bilinçli ve istekli bir körlük yaşıyoruz.  

İnsanlar modernleşme adı altında her gün biraz daha yobazlaşıyorlar. Hayal dürtüsünü kaybediyor. İnsan yalnız ve robotik toplulukları kendi eli ile oluşturmaya başlıyor. 

Yalnızlık kalabalık şehirlerde kutu gibi evlerin içinde bireye kadar indirgenen bir etkileşimsizliğin hastalık olarak yansıması şeklinde karşımıza çıkıyor. Buna birde hür fikir ve hayallerin bastırılması ekleniyor ki depresyon ve psikolojik bozukluklar ortaya çıkı veriyor.

Hür insanın hür fikri olur. Ne yazık ki insanlar fikir özgürlüğünü bir birlerine karşı kurdukları baskılar ile önlüyorlar. 

Benim fikrim var ve ben üstünüm bakışıyla karşıt fikirlere ve eleştirilere tahammül göstermiyoruz. Onları dinlemiyor sağlıklı iletişimin ilk başlangıcı olabilecek empati ilacını kullanmıyoruz. 

Eğer benim gibi düşünmüyorsa yanlıştır kafasıyla bir birimizin fikirlerini ezip geçiyor. İnsanların düşünce ve fikirlerini paylaşma özgürlüklerini kısıtlıyoruz. Tatlı bir ortamda seviyeli tartışmalar ile fikirlerin çarpıştırabileceğini unutup susturma veya düşünceyi değiştirerek kendi görüşümüzü dayatma aşkımız neticesinde insan ruhunun özgürlüğünü simgeleyen fikir ve hayalleri zihinlerin derinlerine zorla gömüyoruz.

Tüm baskı ve hoşgörüsüzlüğümüz karşısın da bu baskının tesiri ile ruhun daralmasına , kin ve nefret eylemlerinin ortaya çıkmasına, ahlâk ve etik kurallar çerçevesin de yapılabilecek eleştirilerin doğrudan hakaret düzeyinde ortaya çıkarak toplumun iç bütünlük dinamiklerinin zedelenmesi ile sonuçlanmasına neden oluyoruz. 

Ve tüm bunların neticesinde elimize geçense sadece paramparça olmuş bir toplum ve gelişmenin, fikirlerin özgürlüğü yerine kısır siyasi söylemler ile karşılıklı hakaretleşmelerin yaşandığı bir ortam. 

Ne diyeyim fikirlerin hür. 

Hayallerin gerçek olduğu bir dünyada görüşmek üzere.

Başlık ile yazı ne alâka diyenlere itafen bu gün insanların büyük çoğunluğunun savunduğu ve kendi hür fikir ve düşüncesi sandıkları, aslında kendilerine bir grup yada kişi tarafından dayatılanlardır. Bir fikrin sahibi olmak için onu sizin ortaya çıkartmanız gerekir. Edindikleriniz fikrinizin temelini oluşturmuyor fikirlerinizi revize etmenizi sağlıyorsa hürsünüz demektir. 

Sürç–i Lisan Ettim ise Affola

Her geçen gün gençliğimizi biraz daha kaybettiğimiz bir gerçek. Ne yazık ki Avrupa’i yaşam tarzının kültür çatışmalarından başarıyla çıkıp hayatımızın her alanına müdahale ettiğini görüyoruz.

Özellikle her yeni NESİL’de bu müdahale artıyor. Elimizden kayıp giden bir gelecek ile karşı karşıya kalıyoruz. Gençlerimizin büyük kısmı boş ve tüketim odaklı hevesler peşinde zayii olup gidiyor. Üretim toplumları kapitalizm sisteminin değirmeninde tüketim odaklı aptal toplumlara evriliyor.

Bu yüzden diyorum “KAYIP GENÇLİK” diye. Çünkü gençliğimizi hızla kaybediyoruz. Gençliğimizi kaybettikçe buna paralel olarak geleceğimizi de kaybediyoruz. Lüks kahve ve restoran zincirlerinde aylık kazançlarını gömerken, mutlu görünmek ve sosyal medya hesapların da kendini önemli göstermek için hayatını süslü bir abartılmış belgesel olarak sunan gençlerimiz yalnızca tüketme odaklı bir zihni yapı ile hareket ediyorlar.

Tek amacı karşı cinsle münasebet ve eğlence olan bir gençlik ortaya çıkıyor.

Ne yazık ki kültürel açıdan artık eski Türk aile yapısı ve gençlik anlayışı yok. Bu değerler büyük bir bozulmaya uğradı.

Geleceğimizi kurtarmak için gençliğimizi kurtarmak zorundayız. Üniversiteye gelmiş öğrencilerin eskinin ilk okul çocukları gibi davranıyor olması, öğretmenlerine karşı saygısız davranışları, kulaktan dolma bilgiler ile hareket eden yönlendirilebilir bir yapıya sahip olmaları gelecek ve gençlik için büyük alarmın tetikleyici unsurları.

KAYIP GENÇLİK’i bulmalıyız yoksa hem geleceği hem gençliği kaybediyoruz.

Şu anda 2012 yılından bugüne kadar ki en kısa köşe yazımı okuyacaksınız.

Güzel ülkemiz Türkiye’de siyasetçiler dendiğinde muhakkak herkesin kendince bir yorumu vardır. Benim lügatimde ki Siyasetçininse üç evresi vardır güzel dostlar. Bunlar ;

Birinci evrede İlk seçildiklerinde siyasetçiler tam bir Ahi esnafıdır. Vatandaşa hizmet için çalışan azimli kararlı ve yenilikçi insanlardır.

İkinci evreye geçildiğinde yani ikinci kez seçildiklerinde aç gözlü, yeni büyüyen beyaz yakalı şirketi  gibidirler.  Her yere atılır her yerde güçlenmeye çalışırlar. Bunda başarılı olurlarsa  Holding gibi olurlar.

Üçüncü evreye geçildiğinde yani üçüncü kez seçildiklerinde ise esnafın üzerine çöken mafya gibidirler. Bencil, kindar ve zalimdirler. Etraflarına doluşan onlarca modern takım elbiseli zibidi ile ahkam kesmeye, kendilerini kral gibi görmeye başlarlar. Yanlarındakiler de kraldan çok kralcıdır tabiki…

Bu güne kadar siyasetin koltuk aşkına kapılmayanı görmedim, nitekim o koltuğa oturup bozulmadan kalabilen de çok nadirdir.  Bilmiyorum belki bize de nasip olsa idi bende bir değişim geçirecektim.  Arada oturduğum makam koltuklarında hep aynı şeyi derim : “ Arkadaş hakikaten bu zalım koltuktaki tatlılık insanın nefsini harlayıp gözünü kör eder. “

Neyse en kısa yazımı da uzatmadan böylelikle sonlandırayım değil mi?

Sürç-i Lisan Ettim İse Affola dostlar… 

2019’da Türkiye yerel seçimler için bir kez daha sandık başına gidecek. Elbette demokrasinin güzelliği seçimlerdedir. Lakin nedendir bilmiyorum güzel memleketim hep bir seçim havasında bir türlü seçimden kurtulamıyor.

Tabi bu durum en fazla ekonomik yönden vatandaşa dokunuyor. Her seçimde partilere seçim yardımı adı altında milyonlarca lira israf etmeleri için aktarılıyor. Misal verecek olursak şu anda önümüzde yer alan yerel seçim için hazinenin kasasından siyasi partilere seçim yardımı diye 670 milyon lira ödenecek.

El İnsaf Minal Vicdan

Allah aşkına şu paraya, paralara bakar mısınız? Seçim için harcanan paralar bir yerde yatırıma istihdama teşvik olsa vallahide billahi de canım yanmaz amma elimize geçen kağıt broşürler, sağa sola asılan ve seçimden sonra bir daha işe yaramayacak olan siyasi parti bayrak ve posterleri, çakkıdı çakkıdı müzikler çalarak sağda solda gezinen otobüs ve minibüsler den bir şey değil. Bize dokunan bir yer varsa oda milletçe cebimizden çıkan  ve boşa harcanan 670 milyon liralık servetimiz.

Siyasi partiler bir oluşum olarak taraftarları ile var olmalıdır diye düşünüyorum ve bu düşüncemi de şiddetle savunuyorum. Siyasi partilere devlet neden yardım ediyor ki!

Madem bir memleket sevdası ve aşkı için yola çıkılmış. Her parti kendi gücü yettiğince kendi bütçesini oluştursun ve bu bütçeleri kullanarak seçmenine ulaşmak için çaba sarf etsin. Sonuçta yırtılan kendi cepleri olunca inanın bu gün ki seçim savurganlığından eser kalmaz.

Bu ülkeyi üç beş siyasi değil. Bilim insanları, üretken ve çalışkan insanlar kurtarabilir ve yarına ulaştırabilirler. Biz onlara harcamamız gereken parayı boş işlere yatırıp batıyoruz.

MİLLETİN Mİ? VEKİLİ

Memlekette liyakat değil siyasilerin adamı olmak prim yapıyor ne yazık ki.

Milletin seçtiği ve adının Milletvekili olduğu 650 vekilin giderlerinin ülkenin bir çok harcamasının üzerinde olup bazı önemli kurumların bütçeleri ile adeta yarışır nitelikte olması ortada bir yanlışlığın ve tezatlığın olduğunu göstermiyor mu? Ülkemizde ki ortalama maaşların çok çok çok üstünde maaş alarak daha en başta milletten kopan sevgili vekillerimizin, en kaliteli yemekleri en ucuza yiyebilmeleri. Altlarına tahsis edilen ve yakıtı dahi devlet tarafından sağlanan otomobilleri ile gezerken eşlerini dostlarını aradıkları telefonlarının bile faturaları devlet tarafından ödenirken çok ihtiyaçları varmış gibi en yüksek maaşları alıyor olmaları da ayrı bir tezatlık değil de nedir?

Siyasetin devletin bütçesinden yediği parayı ilime, bilime aktarmış olsaydık. Bu gün Türkiye’nin geldiği noktaya 30 yıl önce gelmiş olabilirdik. Ama eyvahlar olsun ki biz hep şatafata ve lükse para harcayıp ilmi ve bilimi  ikinci plana itan bir millet olduk.

Bir babayiğit çıkıp da inşallah bir gün derki : “ Efendiler biz siyaset eşrafı olarak artık şu devletin parasının bizim lüksümüze aktarılmasının önüne geçmeliyiz. Gelin maaşlarımızı düşürelim. Gereksiz yere istihdam ettiğimiz ve ettirdiğimiz torpil yapar danışmanlarımızı kovalım. Halkımız da aç olan insanlar varken biz lüks içinde tok yatmayalım. Milletin seçtiği insanlar olarak gelin gerçekten MİLLETİN VEKİLİ olalım.” der ve bu milletin ve dahi devletin daha ileriye gitmesinin yolunu açar İNŞALLAH.

Bilinsin ki bu yazıda zerre oranda siyasi bir amaç ve hedef kırıntısı dahi yoktur. Tüm SİYASET mekanizmasını kapsayan ve bir vatandaşın bakış açısı ile yazılmış bir yazıdır bu okuduğunuz. O yüzden içeriğinde şuna laf atılmış şuna atıfta bulunulmuş diye bir arayışın içine girmemenizi ve yazının konu edindiği gibi resmin geneline odaklanmanızı siz değerli okurlarımdan rica ederim. Aklı evvel insan da çok memlekette kendi kafasında boş çıkarımlarda bulunup bu yazımı bir taraflara çekmeye çalışmalarının önüne geçmek için yukarıda ki uyarıyı yapma ihtiyacı duydum.

Ne diyelim.

Sür-i Lisan Ettim İse Affola

Günümüzün en moda dizileri şüphesiz mafya dizileri, özellikle egemen kanalların neredeyse hepsinde mafya veya mafya vari dizilere rastlamak mümkün. Bu yazımda bu konuya değinme ihtiyacı duydum.

Bu konuya değinme ihtiyacı duydum çünkü insanlarımız izledikleri dizilerden isteseler de istemeseler de etkileniyorlar ve ortalık mafyacılık hülyasına dalan gençler ile dolup taşmaya başladı.

Bireyler izledikleri dizilerde ki karakterlere hayran oluyorlar. Bu hayranlıkları neticesinde bir süre hayranı oldukları karakteri hayallerin de canlandırarak onların bir fedaisi oluyorlar yada bizzat o karakteri kendileri olarak görüyorlar.

Bu hayal etme süreci bir süre sonrasında bireylerin gerçek hayatlarına da yansımaya başlıyor. Örnek vermek gerekirse kendilerini özdeşleştirdikleri karakter gibi yürümeye başlıyorlar yada o karaktere özgü bir takım hareket ve davranışları kendilerine entegre ediyorlar. Bu süreç sonucunda bireyler ne yazık ki kendileri için gerçek dünya ve hayal dünyasını harmanlayarak ortak bir alternatif dünya oluşturuyorlar ve bunu yaşamaya başlıyorlar. Bunun sonucunda bazı anormal davranışlar ve en önemlisi dizilerde gördükleri suçları kendileri için meşru ve normal görmeye başlıyorlar.

Şimdi ben izlediğim dizide ki veya filmde ki bir karakter ile bağ kurmuyorum diyen var mıdır? Alacağımız cevap birkaç kendini farklı görmek isteyen insanlar dışında geriye kalanın tamamında “evet karakterler ile bağ kuruyorum” olacaktır.

Bu bağ kurma durumu bir süre sonra gerçek hayatından memnun olmayan ve kendini özdeşleştirdiği karakter gibi yaşama hevesini içinde barındıran bireylerde kendi karakteri ile dizideki karakterin sentezinden oluşan yeni kişiliğini inşa etme süreci olarak ortaya çıkıyor. Sonucunda da kişi egemen medya da yer alan bir mafya dizisinden etkileniyorsa adam öldürme veyahut diğer suçları işleme olasılığının yükseldiği kanısındayım.

Çünkü bu tip diziler vasıtası ile suçlar sanki sürekli rutin olaylarmış gibi lanse edilmekte. Bu dizilerden etkilenen insanların da bir süre sonra algılarında bu olayları standart bir ritüel olarak algılama ve olaya alışma sorunlarını yaşamalarının kaçınılmaz bir sonuç olduğu düşüncesindeyim.

Ben bir Psikolog değilim İletişimciyim. Bu nedenle olayın psikolojik tabanına ışık tutacak bir yeterliliğe sahip değilim. Ancak bu dizilerde gösterilen suçların ve sonucunda bu suçları işleyen insanların bir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor olmaları dizilerden etkilenen ve onun bir senaryo olduğu gerçeğini unutarak gerçek gibi görmeye başlayan bireylerin tutum ve davranışlarını etkilediği gerçeğini kimse inkar edemez. 

Yazıyı yavaş yavaş toparlayacak olursak. Özendirici dizilerin kamuoyu ve toplum sağlığı için bir düzene ve sınırlamaya tabi tutulmalarının gerektiği tezini öne sürüyorum.

Klasik son cümlemiz ile “Sürç-i Lisan Ettim İse Affola” diyerek bu yazımı da burada noktalıyorum.

Son yaşanan Brunson mevzuu ile birlikte aslında ABD’nin en güçlü silahının geliştirdiği milyon dolarlık teknolojiler veya beslediği koca ordusu değil ekonomik açıdan tüm dünyayı dize getirmesine tek kurşun dahi atmadan yarayacak Dolar olduğunu görme fırsatını bir kez daha gördük.

DOLAR YIKILIRSA ABD YIKILIR

Evet bu gün pahalı bir şeyleri yada yatırımları dile getirirken tüm dünyada olduğu gibi bizde ABD’nin gücü olan para birimi dolar ile telaffuz ediyoruz. Öyle ki yazının en başında bile milyon dolarlık kelimesi ile bende bu para birimi cinsini kullanmak mecburiyetinde kaldım. Bir süre farklı bir cümle kurmak için çabalasam da ne yazık ki aklıma bir başka kullanılabilecek kelime gelmedi.

Doları yıkmalıyız çünkü ABD dolar sayesinde Dünya’ya egemen olabiliyor. Bakınız ne yazık ki bir devletin borçlanması bile bu gün dolar bazında gerçekleşiyor. Kısaca tüm Dünya bir ülkenin parasına gebe yaşıyoruz. ABD Benjamin sayesinde başka ülkelerin para birimleri üzerinde devalüasyon etkisi kurabiliyor ve hedef ülkeyi normalde ödeyebileceği borcunu ödeyemeyeceği büyüklüklere katlayarak o ülkeyi kendisi için bir sömürgeye rahatlıkla çevirebiliyor. Bu yöntemi de her yerde kullanmaktan çekinmiyor. Bakınız en son bizim ülkemizde bunun bir benzerini yaşadık. 300 lira borçluyken bir geçede bir haftada hatta bir ayda bu borcumuz durduğu yerde 600 TL’lere kadar fırlayı verdi. Biz 300 TL’lik borç alıp yalnızca bu rakamı harcamışken ödemek zorunda olduğumuz para 2’ye belki de 3’e katladı. İşte dostlar Dünya tarihin gördüğü en büyük Tefecinin “Dolar’ın” elinde sömürülüp gidiyor.

 Üstelik bu baş belası yeşil kağıtları ABD bir altın rezervi gibi değerli bir madene indeksli basmıyor. Yani bu gün elimize alsak Benjaminlerimizi ve gidip ABD’nin kapısını çalıp al Benjamini’ni ver benim değerli madenimi desek bize ABD bir karşılık veremeyecektir. Anlayacağınız karşılığı olmayan bir kağıdı tüm dünya bağımlı bir şekilde kullanıyor.

Eğer olurda Türkiye, Rusya gibi Dünya’da üretimin yeni merkezleri olabilecek potansiyele sahip devletler Dolar krallığına rest çekip biz kendi paramızı kullanacağız ve kendi paramızla borçlanacağız derlerse ve Dünya pazarına satışlarını bu şekilde empoze etmeyi başarırlarsa Dolar’ın devalüe ettiği para birimleri doları devalüe etmeye başlayacaktır.

Bu Tefeciden kurtulmanın yolu kendi para birimine sahip çıkarak onu değerlendirmek ve uluslar arası arenada geçerliliğini arttırarak karlılığını sağlamaktan geçiyor.

Doların Devalüasyonları ile can çekişen devletler ve bu gün onlara nazaran iyi durumdaki tüm devletler Dolar Tefecisinin her saniye potansiyel hedefi olabilecek konumdalar ve kendilerini bu canavardan kurtarmadıkça da hep ekonomik güç açısından ne yazık ki bağımlı kalacaklardır.

Son Cümlemiz ile bu yazımızı da sonlandıralım a dostlar “Sürç-i Lisan Ettim İse Affola”

Dün büyük bir gurur yaşadık. Devrim otomobillerinden  60 yıl sonra yeniden kendi otomobilimizi üretmek için yola çıktık. Dün ilk prtotipleri gördük ve gurur duyduk. Teknolojisi ve tasarımı konusunda her göreni kendine hayran bırakan bir başarıyı gördük. 

Gelin görün ki! kendisini yalnızca muhalefet etme cahiliyetine hapis etmişler bu girişimide küçümseyip kötülemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. 

Birileri çıktı ; “İtalyan otomobilleri geldi. Kaputuda var”  gibisinden mesajlar ile kendi kendilerine üretmek zekasından uzak olduklarını açık ettiler. Bu elemanların kafalarına kalırsak o vakit TESLA’da Türk otomobili oluyor. Neden çünkü TESLA’nın çizimlerinde çalışan Türk’lerde var.

Üretmenin ne demek oldunu bir öğretemedik şunlara… 

Sonra bir diğeri çıkmış. “Kardeşim hani fabrikası bunun Erdoğan binsin diye bir tane araba yapmışlar ” diyor. Diyecek çok söz varda söylenemiyor. Bu adama Dünya’nın neresinde ne üreteceğini tam olarak ortaya koymadan fabrikasını kuran bir girişim gördün mü diye sormak istiyorum. Fabrika dediğin bildiğin işi seri üretime geçirmek için kurulur. Geliştirme aşamasına ARGE denir. Araştırma Geliştirme sürecinde ürünü ortaya koyarsın. Biz bunu üreteceğiz dersin ve fabrikayı bu ürünü en hızlı ve seri üretebilecek şekilde yapılandırır ve kurarsın. 

Devrim’i başarısızlığa sürükleyen kadroların çocukları bu gün TOGG’un başarısınıda gölgelemek için çabalıyorlar. Üzülüyorum! isimleri Türk ceplerinde Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan bu insanların Batı gözlüğü ile kendi toplumlarına bakmalarına üzülüyorum. 

Halkından kopuk kendini AYDIN adleden, kendini GAZETECİ adleden bu kopukları gördükçe üzülüyorum. Bu milleti hep aşağılık gören, yapılan iş kendine fayda sağlamıyorsa onu lekeleyen bu zihniyeti gördükçe üzülüyorum. 

Son bir ricam olacak. Artık bir yok olun, artık şu ülkenin sırtından inin ve sahiplerinizin kuçağına koşun Allah aşkına…

Türkiye’nin Otomobili inşaallah tam şarjla ilerleyecek. 2022’de piyasada yerini alıp Dünya’yı bir Türk firması ile tanıştaracak. Bu güzelliklerden bir tanesinin de benim olmasını çok isterim.  

Medyanın tarafsız olması düşüncesi neredeyse gazetelerin varoluşu ile eşdeğer bir geçmişe dayanıyor. Ancak bu düşünce en güçlü çağını Liberal kuram ile birlikte yaşamıştır. Liberal kuramın özgürlükçü düşüncesi, medyanın da özgür ve tarafsız olması düşüncesini güçlendirmiş ve hayatımıza daha fazla sokmuştur.  İlk etapta tarafsızlık bir başarı gibi görülse de bu yayınların içerisine zamanla fikri ve ideolojik içerikler çıkar çatışmaları neticesinde dahil olmuştur. Günümüzde medyanın tarafsızlık dan dem vuran yayınları yalnızca göz boyama olarak adlandırılabilecek yayınlardır.

Mesleki açıdan tarafsızlık kavramı günümüzde gazetecilerin en fazla arkasına saklandığı etik kural olsa da. Pratikte ne yazık ki tarafsızlık sadece bir kelime olarak kalmakta. Gazeteciler tarafsızlık ilkesine sürekli vurgu yapmalarına rağmen gerek duruşları gerekse haberi yeniden inşa etme süreçlerinde kişisel ideoloji ile medya kuruluşunun konumu haberin şekillenmesi sürecine etki eden faktörler olmaktadır.

Ne yazık ki mesleki pratiklerde tarafsızlık ilkesi yerini çıkar ilkesine bırakmakta. Medya organlarının yayın politikaları ve siyasi yada kamuoyu üzerinde etkisi olan gruplar ile olan ilişkileri haber süreçlerini de etkileyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bir medya organı iyi ilişkileri bulunan finansal destek aldığı ideolojik kuruluş yada bir sektörde faaliyet gösteren şirket hakkında olumsuz haber yayımlamaktan olabildiğince kaçınmaktadır. Hatta bu tip haberler karşısında bazı durumlarda olumsuz haberlerin karşısında övgü haberleri yayımlayarak ilgili grup yada firmaya sahip çıkma derecesine varan bir yayın politikasının izlenebildiği görülmekte.

Bugün Türkiye’de “MEDYA” genel olarak siyasal bir bölünüm yaşayıp ideolojiler üzerinde şekillenmiş gibi gözükse de bu görüntünün arka planında yine çıkar ilkesi yatmakta. Siyasi ideolojilerin yayın organı gibi hareket eden medya organlarının rüzgarın ters esmesi durumunda yayın politikalarını hızla yeni düzene ayak uyduracak şekle çevirecekleri gün gibi ortadadır. Öyle ki bazen bir siyasi ideolojinin kalesi konumuna gelmiş bir yayın organında çıkar nedeniyle bir süre önce şiddetle karşı çıkılan bir olay yada proje için gerçekleştirilen sert yayınlar kısa sürede sonlandırılıp, izleyicilere bu gündem unutturulurken, çıkar doğrultusunda savunmacı bir yayın politikasının hayata geçmeye başladığı görülebilmektedir.

Nitekim medyanın bu hali yalnızca patronlar yada gazetecilerden kaynaklanmamaktadır. İzleyicilerde bu sürece etki eden en önemli unsurlardan birisidir. Zira izleyiciler izledikleri yayınlarda fikir ve ideolojik yaklaşımlarına zıt içeriklerle karşılaştıklarında kaçınma yolunu seçmekte ve medya organından uzaklaşmaktadır. Bilinçli olarak ideoloji veya fikirlerini destekleyecek yayınları daha fazla ve dikkatle takip etmektedirler. Bu talepte medya organlarının kör destekleyici tavrını meşrulaştıracak zemini oluşturmaktadır.

İdeoloji

İdeoloji, siyasal yada toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir siyasal parti yada toplum içerisindeki bir sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel ve estetik düşünceler bütünü olarak görülebilir.  Tarih boyunca oluşan şartlar ve bireylerin fikirleri doğrultusunda birbirinden farklı ideolojiler ortaya çıkmıştır.

İdeoloji bir grup yada siyasi partinin şekillenmesini ve politikalarını buna göre uygulamasını sağlar. Basit bir örnekle ideoloji şu şekilde anlatılabilir. Bir tiyatro severler grubuna katılacaksanız yada katılmışsanız. Tiyatro konusunda bilgi ve ilerleme elde edersiniz. Bu amaçla faaliyetler yürütür ve elinizdeki gücü de bu amaçla kullanırsınız. Birbirine yakın düşünen ve çıkarlara sahip insanların ideolojik olarak bir araya gelip bir etki gurubu üretmesi söz konusu olabilir. Günümüzde siyasi partiler dahil bir çok etki gurubunun kendine özgü ideolojik bir yapısı vardır. Tüm guruplar bu düşüncelerini ilerletmek, yaymak ve güçlendirmek için bir çaba sarf ederler.

Siyasal İdeolojiler

Liberalizm ’in düşünsel kaynakları antik Yunan’a kadar uzanır. Ancak modern dünyada şekillenmiş bir düşüncedir. Liberalizm kendi içerisinde 3 ana akıma ayrılır. Bunlar; Klasik liberalizm, sosyal liberalizm ve liberteryen düşüncedir.

Klasik liberalizm, devleti adalet ve güvenlik gibi temel işlevlerle sınırlar.

Sosyal liberalizm, devletin temel işlevleri olan adalet ve güvenlik işlevlerinin yanında eğitim, sağlık ve altyapı alanlarında da görevler yükler.

Liberteryen düşünce, 20 yy da gelişmiştir. Devleti bir gece bekçisi olarak görmek ister. Özgürlükleri sınırsız olarak görmek ister ve güvenlik işlevinin dışındaki tüm faaliyet alanlarının topluma bırakılmasını savunur.

Liberalizm’in iikisi bireye ikisi toplumsal yaşama yönelik dört temel değeri vardır. Bunlar bireycilik, özgürlük, çoğulculuk ve hoşgörüdür.

Bireycilik liberal düşüncenin her şeyden önce savunduğu değerdir. Bu düşünceye göre devlet ile birey arasındaki ilişkide birey önceliklidir.

Özgürlük, liberalizm’e göre başkasının özgürlüğüne kast etmedikçe bireyler özgür olmalıdır düşüncesidir. Özgürlüğün ancak bir başkasının yaşamına etki ettiğinde kısıtlanabileceğini savunur.

Çoğulculuk ve hoşgörü, bu düşünceye göre toplumlar yaşam biçimleri, kimlikler gibi farklılıklar üzerine şekillenir. Bu farklılıkların yaşatılmasını savunur. Özgürlük için farklılıkların yaşatılması ve hoşgörü gösterilmesi gerektiğine inanır.

 Liberalizm serbest piyasa ekonomisi anlayışına sahiptir. Bu anlayışa göre devlet ekonomik yaşama etki etmez. Sadece firmalar arasındaki ilişkilere müdahil olur. Liberalizm demokratik bir yapıyı ön görür. Günümüzdeki demokrasi sistemi Liberalizm’in siyasi projesi olarak gelişmiştir. Liberalizm’in siyasi boyutuna bakıldığında yönetimin temeli halkın rızası ile olmalıdır. İktidar serbest seçimler yolu ile yönetime gelmelidir. Sistemin temeli insan haklarına dayanmalıdır. Tüm siyasal kurumların amacı insan haklarına hizmet etmelidir. Liberalizm’in temelinde sınırlı devlet anlayışı vardır. Devleti hukukla sınırlandırır ve devletin her hangi bir ideoloji ile yönetilmemesini şart koşar.

Muhafazakarlık

Muhafazakar düşünce sanayi sonrası modern toplumda ortaya çıkan bazı gelişmelere tepki olarak gelişmiştir. Muhafazakar düşünce aydınlanma düşünürlerinin her şeyi akla dayandıran düşüncelerine, tüm kurumlarda değişimi öngören devrimci sosyalist hareketlere ve sanayi devrimi sonrasında aile ilişkilerindeki bozulmalara tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Muhafazakar düşünce genel olarak insanın sınırlı bir varlık olduğunu kabul eder. İnsanların toplumu ve otoriteyi oluşturmadığını aksine toplumun insanın yapısını, düşüncesini ve ahlaki değerlerini oluşturduğunu öne sürmektedirler. Muhafazakar düşünceye göre bilgimiz akla değil deneyimlere dayanır. İnsanların hakları beraberinde getirmediğini, bu hakların devlet tarafından insana bir lütuf gibi verildiğini düşünürler. Bu düşünceye göre devletin hakları yükümlülüklerle dengeli biçimde insana verdiğini savunur.

Bu düşünceye göre toplamun keyfi biçimde müdahale edilerek şekillendirilebilecek bir yazılı sözleşme oluşturulmuş bir araç olmadığını ve toplumun hepimizi kapsayan bizim toplamımızdan daha kapsayıcı bir karmaşık varlık olduğu varsayılır.

Muhafazakarlara göre sosyal sınıflar, gruplar, topluluklar, cemaatler gibi tüm sosyal küme ve kurumlar görünmez bir güç ve kuvvet tarafından bir birine işlevsel olarak bağlanmış organik toplumun tamamlayıcı parçaları olduğunu kabul edilir.

Toplumun inşasında geleneklerin yanı sıra dinin de önemli bir etkisinin ve yerinin olduğunu kabul eder ve dinin bu özelliği ile toplumun geleceği için koruması gerektiğine inanır. Toplumsal düzen düşünce için önemli bir temel taşıdır. Bu anlayışa göre toplum ve devlet aynı amaca yönelebilmelidir. Muhafazakar düşünce en iyi düzenin varsayılan olduğunu kabul eder. Bu nedenle istikrar ve devamlılık büyük bir öneme sahiptir.

Muhafazakar düşünceye göre toplum organizasyonun bedensel kısmını, otorite ise beyin kısmını oluşturur. Güçlü bir otoritenin olmaması durumunda toplumdaki düzenin devamı söz konusu olmaz. Muhafazakar düşünceye göre rıza şarttır, ancak Liberal düşüncedeki gibi bir sözleşmeye bağlı olarak değil sadakat üzerine kuruludur.

Mutlakiyetçi düşünce

Mutlakiyetçi düşünce anlayışı 16 yy’dan itibaren Avrupa’da yükselmeye başlamıştır. Bu düşüncenin ortaya çıkmasının nedenlerinden birisi ulus devlet oluşumunu tamamlayamayan bazı parçalı güç merkezlerinin ulus devlete dönüştürülme ihtiyacının ortaya çıkmasıdır. 16 yy’da parçalı güç merkezleri kralların altında bir araya gelerek ulus devletleri oluşturmuştur.  Bu dönemde bir araya gelemeyen bazı topluluklar vardır. Bu topluluklardan birisi İtalya’dır. Parçalı bir halde olan İtalya ulus devletler karşısında güçsüz kalmıştır. Bu nedenle İtalyan düşünür Niccola Machiavelli bu zayıf durumdan kurtuluşun yolunu sınırsız güce sahip güçlü bir prens altında küçük güç odaklarını bir araya getirerek güçlü bir devlet ortaya çıkarmayı önermiştir. Bu öneri Mutlakiyetçi düşüncenin ilk ortaya atılışıdır. Diğer devletlerde bu anlayışın ortaya çıkmasındaki temel neden ülkelerde ortaya çıkan iç karışıklıklardır. Bu karışıklıkların ortadan kaldırılmasının yolunun güçlü merkezi bir otoritenin oluşturulmasından geçtiği önerileri yapılmıştır.

Mutalakiyetçi düşünceyi savunan düşünürlere göre insan bencil, açgözlü, doyumsuz ve saldırgan bir varlıktır. Bu yapısı nedeniyle mutlak bir siyasi güç olmadan barış içerisinde yaşayamaz. Ekonomik, teknolojik, bilimsel anlamda gelişmenin yaşanabilmesi için insanların sıkı biçimde kontrol edilmesi gerektiğini savunur.

Mutlakiyetçi düşünce toplumu farklılıklarından arınmış, aynı amaçlar için bir araya gelmiş ve değerler etrafında bir araya gelip kenetlenmiş bir toplum olarak tanımlar. Mutlakiyetçi düşünce bireyi değil devleti önemser. Toplumsal kargaşayı, ayrışmayı önlemek ve toplumun birlikteliğini oluşturmak için güçlü bir devlet otoritesine ihtiyaç olduğunu savunur.

Faşizm

Faşizm birinci dünya savaşı sonuçlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Birinci dünya savaşından yenik çıkan Almanya’nın Versay anlaşması ile topraklarının komşu ülkeler tarafından paylaşılması ve sömürgelerinden vaz geçmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu anlaşma Almanya’da geniş bir kitle tarafından tepki çekmiş ve ihanet olarak değerlendirilmiştir. Bu süreçte Hitler ortaya bu haksızlıklara bir tepki olarak çıkmıştır. İtalya’da da Almanya’da olduğu gibi benzer nedenlerle faşizm görüşü ortaya çıkmıştır. 

Faşist rejimler bireyciliğe, toplumsal farklılaşmaya ve çoğulculuğa karşılardır.

Faşist rejimlerde özgürlükler değil yükümlülükler önemlidir. Bu anlayışa göre birey devletin kendisine vereceği görevleri yapmakla yükümlüdür.

Faşizm şiddet ve zor kullanmayı meşru ve gerekli gören otoriter bir devlet anlayışına sahiptir.

Faşist rejimlerin bazılarında ırkçı bir bakış açısı da bulunmaktadır.

Siyasal Rejimler

Siyasal sistemler Çoğulcu ve tekilci sistemler başlıkları altında incelenebilir.

Çoğulcu sistemlerde iktidarın kaynağı halktır. Halkın seçimi ile gelir ve giderler. Toplumdaki farklı görüşler serbesttir ve iktidara aday olabilirler. Toplumun temel hak ve özgürlükleri anayasa ile garanti altına alınmıştır. Sistem içerisinde devlet iktidarını sınırlayacak mekanizmalar vardır.

Düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle iktidar denetlenir ve hesap verir.

Liberal demokrasi

Liberalizmin temel çıkış noktası birey ve özgürlükleridir. Liberaller devletin toplumsal ilişkilere müdahalesine karşıdır. Sloganları bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinlerdir.

Sosyal Demokrasi

Sosyal demokrasi Liberal demokrasiye karşı yükselmiş sosyalist bir itirazdır. Liberal düşüncenin tezine karşı çıkarlar. Sosyal demokraside kapitalizm reddedilmez. Ancak üretimde kapitalizmin olabileceğini ama dağıtımda eşitlik olmasını şart koşar. Bunun içinde devlet müdahalesinin olması gerektiğini savunur.  Resmi ideoloji sorunların çözümü için mutlak yol olarak görülmektedir. Bu sav doğrultusunda muhaliflere karşı şiddet ve teröre başvurulmasını ahlaki olarak haklı hale getirir. Teoride devletin insanlar için olduğu vurgulansa da pratikte bu durum tam tersi olmaktadır.

Tekilci sistemler

Faşizm

Faşizm ilk kez İtalya’da ortaya çıktı. Liberalizm ve sosyalizme tepki olarak doğmuştur. Kapitalizm ’in üretim mantığını benimser ancak Liberalizm ’in bireyci düşüncesini reddeder. İdeolojiden yanadır. Ulusun tek bir çatı altında toplanabilmesi için araya devletin girmesini gerekli görmüştür. Akla değil duygulara hitap etmiş ve aklın yerine manevi duygulara ön plana almıştır. Tek ulus, tek fikir, tek devlet faşizmin temel sloganıdır.

———-

Siyasal rejimler ayrıca Demokrasi, otoriter ve totaliter yapı olarak 3 başlık altında incelenebilir.

Demokrasi seçimler ile parlamentoda çoğunluk olan siyasi grubun belirli bir süreyle iktidar olmasıdır. Demokrasi kendi çatısı altında da Yarı Başkanlık, Başkanlık ve parlamenter Demokrasi olarak üç gruba ayrılır.

Yarı başkanlık sistemi

Bu sistemde halk hem devlet başkanını hem de yasama meclisini seçer. Bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan hükümet meclisten güven oyu alarak iktidar olur. Seçilen başkan Meclis’e karşı sorumlu olur. Meclisten çıkan yasaları onaylar yada veto edebilir. Ülkede OHAL ilan edebilir ve belirli bir süreyle ihtiyaç halinde meclisi fes edebilir.

Başkanlık sistemi

Bu sistemde yasama yürütme ve yargı ayrı güçler olarak konumlandırılır. Başkan halk tarafından iki kademeli seçim sistemi ile seçilir. Başkan’ın karşısında onu denetleyecek ve gerektiğinde durduracak güçlü kurumlar konumlandırılmıştır. Halkın oyları ile seçilen başkan bakanlar kurulunu kurar ve ülkeyi yönetir.

Parlamento sistemi

Örneği İngiltere’de görülmektedir. Bir meclisin yanı sıra alt kamaralar ve meclisler ile denetleme sağlanmaktadır. Bu sistemde çoğunluktan ziyade en çok oyu alan ilk kişinin seçilmesiyle sonuçlanan bir yapı vardır. Yürütme organının yasama organının denetiminde olduğu bir sistemdir. Bu sistemde devlet başkanı genellikle hükümet başkanından başka bir kişidir. Bu sistemle yönetilen ülke bir meşruti monarşi yada Cumhuriyet olabilir. Meşruti monarşi ile yönetilen ülkelerde yetkileri sembolik olan bir hükümdar bulunabilir. Parlamenter cumhuriyetlerde ise seçimle iş başına gelen ve yetkileri yine sembolik olan bir devlet başkanı bulunabilir.

Otoriter Rejimler

Bu tür rejimlerin temeli ilk başta siyasal bir partiye dayansa da zamanla bu parti iktidarın mutlak sahibi olabilir. Bu gibi durumlarda iktidar karşıtı muhalefet fitne yayan bir düşman olarak görülür. Siyasal katılım genellikle iktidarı başta tutacak bir amaçladır. Bunun dışındakiler başkaldırı olarak tanımlanır. Seçimler genelde iktidara destek vermek veya miting ve gösterilerde yer alarak yine iktidarı destekleyecek mahiyettedir.

Totaliter rejimler

Mutlak kontrolü amaçlayan rejimlerdir. Birey özgürlüğü ikinci plandadır. Herkes her an izlenmektedir. İnsanların ne yaptıklarını neyi düşündüklerini dahi devlet bilmek istemektedir. Mahrem hayat serbestisi kabul edilmez. Sivil toplum yoktur. Her şeyin ve herkesin devletin denetimi altında olduğu bir rejimdir.

KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI TEORİLERİNİN KONJONKTÜREL MEDYA YAKLAŞIMI BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

Kitle iletişim araçlarının toplumlar üzerindeki etkileri ve kullanım şekilleri kültürel ve ideolojik açılardan farklılık göstermektedir. İçerisinde yaşanılan dönemin durumuna göre medya araçlarının kullanım amaçları da değişebilmektedir.

Ortaçağ döneminde Avrupa’da kilisenin yüksek bir otoriteye sahip olması medya araçlarının da bu otoritenin devamını sağlayacak şekilde gelişmesini ve kullanılmasını sağlamıştır. Bu sayede otoriter kuram gelişmiş ve bu yönelimden beslenmiştir. Sözde aydınlanma ile beraber de Avrupa’da kilisenin baskılarından kurtulma arayışlarının sonucu olarak, dinden uzaklaşan toplumlar nezdinde akılcı düşünceler ön plana çıkmıştır. Bu düşüncelerin ortaya çıkarttığı anlayışsa Liberal anlayıştır. Bu dönemde medya özgürlükçü bir tavır takınırken devlet otoritesinin kendi üzerinde baskı kurmasının yanlış olacağını benimsemiş ve bu şekilde bir baskıyla karşılaştığında da özgürlük kavramı üzerinden kamuoyu oluşturulmuştur. Liberal düşüncenin hakim olduğu toplumlarda medya araçları ilk etapta özgür olarak görülse de daha sonrasında görünmez bağlar olarak adlandırılabilecek. Ekonomik, siyasi ve ideolojik bağlar ile yine bulunduğu dönemin şartlarının devamını sağlayacak propagandist bir anlayış ortaya çıkmıştır. 

Sovyetler (Rusya), Almanya ve İtalya gibi baskıcı ve ırk temelli totaliter ve sosyalist ülkelerdeki toplumların üzerinde medya araçları düzenin devam ettirilmesini sağlayacak propaganda araçları olarak kullanılmıştır. Özellikle medya araçları Stalin ve Hitler döneminde tamamen birer propaganda aracı olarak ön plana çıkmıştır. Bu ülkelerde medya organları genelde ya devlete ait yada devletin sıkı denetiminde varlık göstermektedir. Bu yönüyle bu tip ülkelerde medyanın kamuoyunun sorunlarını dile getirmek gibi bir misyonu istese de üstlenemeyeceği görülmektedir.

Kapitalizmin tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan küreselleşme algısı gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri sömürme yarışına evrilmiştir. Bu evrimin içerisinde medya da büyük bir rol almıştır. Özellikle gelişmiş ülkelerin geniş olanaklara sahip ve son teknolojiyi kullanabilen medya organları tarafından gelişmekte olan ülkelerin medya kuruluşlarına karşı bir etki çabası oluşmuştur. Bu çabaların sonucunda 3. Ülkelerin medya araçları gelişmiş ülkelerin medya araçlarının beslenmesini sağlayacak küçük ölçekli etki araçları halini almıştır. Küresel piyasaların hedeflediği ülkelerin toplumları güçlü medya şirketlerinin yardımıyla sıkı bir reklam ve propaganda kampanyası atağı altında bırakılmaktadır.  Bu medya bombardımanı ile medya kuruluşları hedef ülkede yaşayan toplumun istenilen tüketim alışkanlıklarını kazanmasını sağlayan birer öğretici konumuna gelmişlerdir.

Medya günümüzde de çıkar odaklı yayın anlayışı ile hareket etmektedir. Her kurum veya kuruluş kendi ideoloji ve fikri benzerlikleri bulunan topluluklara özel yayın anlayışını benimseyerek çıkarlarını korumaya ve güç devşirmeye çalışmaktadır. Günümüzde tarafsız basın anlayışı da bizdense tarafsız değilse taraflı gibi bir bakış açışına hapis olmuş durumda.

Demokratik ülkelerdeki medya kuruluşlarının yapıları özgür gibi gözükse de bu ülkelerin birçoğunun benimsediği Liberal anlayış, çıkar odaklı gazeteciliğin yükselmesine neden olmaktadır. Medyanın bu sıkı görünür yada görünmez bağlardan arınabilmesinin tek yolu toplum üzerindeki etkisini kaybetmesinden geçtiği için bu bağların tarihin her döneminde olacağı aşikardır.

Genel olarak medya yaklaşımları bulunulan toplum ve onun kültürel anlayışları, rejim, yayın arenasında kabul edilen fikir ve ideolojiler, siyasal sistemler ve bulunulan dönem ile teknolojik gelişimin çevresinde şekillenmektedir. Günümüzde medya hız ile kendisini ön plana çıkartmaya çalışırken geçmişte bunu haber içeriği, görüntü ve video ile yapmaya çalışırlardı. Yaşanılan dönemin koşulları medyanın şekillenmesini sağlamaktadır. Kısaca toplum medyayı şekillendirirken, medyada toplumu şekillendirmekte ve bu durum değişen şartlara göre sadece yöntemleri ve kullanılan araçları yenileri ile değiştirmektedir.