Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralı

Bu kurala göre liderler kitlelerini deşarj edip sürekli diri ve kendilerine bağlı tutmak için devamlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklarda karşı tarafı yani onlar diyerek ötekileştirdiği tarafı suçlayıcı argümanları kendi kitlesine sunmaktadır. Bu sayede kitlesini diri tutarken karşı tarafın kendisine yönelttiği haklı yada haksız tüm argümanları da çürütmekte ve kitlesinin dağılmasına neden olabilecek olası tehditleri sağladığı bu ötekileştirme gücüyle bertaraf etmektedir.

Onlar ve biz şeklinde ortaya çıkan bu karşılıklı çatışmanın başlıca unsurları şunlardır; kitleyi inandıracak bir hedef yada idealin ortaya konması.
Karşı tarafı bir ideolojik yada karşıt herhangi bir görüş kalıbı içine yerleştirmek.
Karşı tarafa yönelik yürütülen ötekileştirme safhasında yapışkan söylemler üretmek.

Öyle ki bu yapışkan söylemler zamanla kalıp halini alıp karşı kitleyi telaffuz etmek yani onları açıklamak için kullanılabilmektedir. Örnek verecek olursak Ak Parti’nin CHP’ye yönelik CeHaPe Zihniyeti söylemi yada karşı tarafın yani CHP’nin Ak Parti’ye yönelik AKePe iktidarı söylemi bu yapışkan söylemlere önemli bir örnektir.

Bu söylemlerin üretilmesi ile birlikte kanaat önderleri ve onun yanında yer alan destekleyici önderler bu söylemlerin tüm kitlenin içerisinde yayılmasını sağlayarak karşı taraftan gelecek akılcı ve gerçek argümanların dahi kendi kitlesi içerisinde müdahaleye gerek kalmadan gerçekliği tartışılır bir zeminde ortaya çıkıp hızla yine kitlenin kendisi tarafından imha edilmesi sağlanmaktadır. Bu sürecin yaşanabilmesi için her iki tarafta gerek medya organları gerek sohbet ortamları dahil kitlesine ulaşabileceği her ortamda bu argümanları kitlesine dayatmaktadır.

Öyle ki siyasi partiler ele alındığında her hangi bir tanesinin il yada ilçe teşkilatı binasına girdiğinizde karşılaşacağınız muhtemel ilk materyaller ya o görüşü savunan ve karşıt görüşü yere sermek için ağır dil kullanan gazete nüshaları olacaktır yada yine o siyasal görüşü destekleyici yayınlar yapan bir kanalın TV’de açık olduğunu göreceksiniz.

Bu yöntem ile söz konusu yapılar kendi kitlesine kendi ideolojisini dayatıp mutlak doğru olarak kabul ettirmeye çalışırken aynı zamanda karşıt görüş kavramını da alevlendirmekte ve karşılarına mutlak bir tehdit olacak güç yerleştirmektedirler. Söylemler durağanlaşıp sıradanlaşmaya başladığında karşıtlık çatısı altında bir arada olan kitleler birleşmeye başlayacaktır. Nitekim bu gibi durumlarda siyasal kanaat önderleri genelde kendilerini hedef alan birkaç argümanın yayınlanmasında bir sakınca görmeyeceklerdir. Zira bu tip saldırılar yani kitlenin inandığı ideale saldırı olası yumuşamaların yerine şiddetli ideoloji çatışmalarını yeniden getirecektir.

Bu kural yalnızca siyasal anlamda değerlendirmeler ile ortaya konulamayacak kadar geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bir diğer örnek olarak şirketlerinde rekabet adı altında aslında kendi müşteri portföylerine yönelik sadık kitle oluşması için benzer çalışmalar yürüttükleri sık sık görülen bir durumdur. Örneğin gofret üretimi yapan iki ayrı şirketi ele aldığımızı düşünelim. Eğer A şirketinin gofreti fazla satmaya başlamışsa B şirketi bir anda bu alana yoğunlaşıp reklam ve pr çalışmaları yaparak öncelikli kendi kitlesine gofretlerinin daha iyi olduğunu anlatır. Bu çalışmanın ardından diğer şirketi yani karşıtı alt etmek ve kitleye bakın onlardan daha iyi olan biziz imajını vermek için sokaktan yararlanırlar. Yani sokağa çıkıp iki isimsiz gofret sunduk insanlar diğer bir deyişle genel kitle bizim gofretimizi seçti demek için çaba sarf ederler ve istediklerini aldıklarında da tüm kitleye bunu duyurmak için yine medyanın gücünden faydalanırlar. Burada şirketler rekabet sırasında karşıtlık kullanmış yani karşıt bir görüş inşa edip sonrasında onu kendileri karşısında çürütmek için kitleye argümanlar sunmuşlardır.

Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralının en fazla kullanıldığı alan spor alanıdır. Özellikle futbol tamamen karşılıklı suçlayıcılık kuralı prensibini uygulayarak kitlesini deşarj etmekte ve sömürmektedir. A Spor takımı yer aldığı ligde muhakkak bir başka kulübü ezeli bir rakip olarak seçmiştir. Bu hedef seçimi genelde güç dengeleri gözetilerek yapılır. Yani A Spor takımı kendisinden kat ve kat güçlü C kulübünü hedef seçmek yerine kendisine en yakın güçteki B kulübünü hedefine alır.  Ligde başarısız olduğunda yada işler kötü gittiğinde futbolu takip eden herkesin de bildiği üzere ki özellikle büyük kulüpler bunu yapar. Mutlak ezeli rakip seçtikleri karşıtlarını ezmenin ligde başarılı olmaktan çok daha önemli olduğunu kitlelerine empoze eder ve bunu sürekli olarak dinç tutarlar. Zira işler kötü gittiğinde ezeli rakibi yenmek onlara kitlelerinde yükselen huzursuzluğu dindirmek için bir can simidi olacaktır.

Futbolda özellikle karşıtlıklar o denli hat safhaya çıkartılır ki kitleye 12. Adam yada sen yoksan eksiğiz gibi söylemler ile bağlılıklarının kulübün devamlılığı için bir mecburiyet olduğu ve sırtlarını dönerlerse ihanet etmiş olacakları benimsetilir. Bu sayede taraftar olarak lanse edilen etkilenmiş kitle inandırıldıkları kulüp için zamanlarını ve paralarını gönüllü olarak verirler. Bu safhaya başarıyla geçebilmiş spor kulüpleri genelde ürünlerini oldukça pahalı fiyatlara satarlar ve bunu yaparken de kitlelerine güçlü destek için bunun gerekli olduğunu dile getirirler. Ne var ki kulüpler genelde toplanan paraların büyük kısmını boşa harcar ve hep daha fazlası için kitlesinden para ve zaman ister. Karşılıklı suçlayıcılık Kuralı sayesinde de bu istediklerini çoğu zaman elde ederler. Ezeli rakiplerine yada kendilerini engellediğini dile getirdikleri kişileri kurumları öne atarlar ve karşıtlığa karşı kendi kitlelerini güçlü olabilmek için bir arada olmaya mecbur bırakırlar. Bu sayede her ne kadar zaman zaman sorgulanıyor olsalar da kitlenin büyük kısmının desteğini her daim karşıtı suçlayarak yanlarında tutmayı başarırlar.

Zira insan inandırıldığı bir şeye karşı saldırıldığında doğal iç güdüleri gereği yanlış yada doğru olduğuna bakmaksızın savunma gerçekleştirir. (Köpek Savunması Modeli yazımda bu durum ele alınmıştır.) Bu durum özellikle bireyin tekil özelliğini kaybedip kitle içerisinde erimesi ve kitlenin akımına kapılması durumunda çok daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkar. Bu sarmaldan ancak birey kendi benliğine dönerek kurtulabilir. Ama ne yazık ki bunun olabilmesi için kişinin söz konusu kitleden uzaklaşması ve konulara karşı dinginleşmesi gerekir.

Medyanın tarafsız olması düşüncesi neredeyse gazetelerin varoluşu ile eşdeğer bir geçmişe dayanıyor. Ancak bu düşünce en güçlü çağını Liberal kuram ile birlikte yaşamıştır. Liberal kuramın özgürlükçü düşüncesi, medyanın da özgür ve tarafsız olması düşüncesini güçlendirmiş ve hayatımıza daha fazla sokmuştur.  İlk etapta tarafsızlık bir başarı gibi görülse de bu yayınların içerisine zamanla fikri ve ideolojik içerikler çıkar çatışmaları neticesinde dahil olmuştur. Günümüzde medyanın tarafsızlık dan dem vuran yayınları yalnızca göz boyama olarak adlandırılabilecek yayınlardır.

Mesleki açıdan tarafsızlık kavramı günümüzde gazetecilerin en fazla arkasına saklandığı etik kural olsa da. Pratikte ne yazık ki tarafsızlık sadece bir kelime olarak kalmakta. Gazeteciler tarafsızlık ilkesine sürekli vurgu yapmalarına rağmen gerek duruşları gerekse haberi yeniden inşa etme süreçlerinde kişisel ideoloji ile medya kuruluşunun konumu haberin şekillenmesi sürecine etki eden faktörler olmaktadır.

Ne yazık ki mesleki pratiklerde tarafsızlık ilkesi yerini çıkar ilkesine bırakmakta. Medya organlarının yayın politikaları ve siyasi yada kamuoyu üzerinde etkisi olan gruplar ile olan ilişkileri haber süreçlerini de etkileyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bir medya organı iyi ilişkileri bulunan finansal destek aldığı ideolojik kuruluş yada bir sektörde faaliyet gösteren şirket hakkında olumsuz haber yayımlamaktan olabildiğince kaçınmaktadır. Hatta bu tip haberler karşısında bazı durumlarda olumsuz haberlerin karşısında övgü haberleri yayımlayarak ilgili grup yada firmaya sahip çıkma derecesine varan bir yayın politikasının izlenebildiği görülmekte.

Bugün Türkiye’de “MEDYA” genel olarak siyasal bir bölünüm yaşayıp ideolojiler üzerinde şekillenmiş gibi gözükse de bu görüntünün arka planında yine çıkar ilkesi yatmakta. Siyasi ideolojilerin yayın organı gibi hareket eden medya organlarının rüzgarın ters esmesi durumunda yayın politikalarını hızla yeni düzene ayak uyduracak şekle çevirecekleri gün gibi ortadadır. Öyle ki bazen bir siyasi ideolojinin kalesi konumuna gelmiş bir yayın organında çıkar nedeniyle bir süre önce şiddetle karşı çıkılan bir olay yada proje için gerçekleştirilen sert yayınlar kısa sürede sonlandırılıp, izleyicilere bu gündem unutturulurken, çıkar doğrultusunda savunmacı bir yayın politikasının hayata geçmeye başladığı görülebilmektedir.

Nitekim medyanın bu hali yalnızca patronlar yada gazetecilerden kaynaklanmamaktadır. İzleyicilerde bu sürece etki eden en önemli unsurlardan birisidir. Zira izleyiciler izledikleri yayınlarda fikir ve ideolojik yaklaşımlarına zıt içeriklerle karşılaştıklarında kaçınma yolunu seçmekte ve medya organından uzaklaşmaktadır. Bilinçli olarak ideoloji veya fikirlerini destekleyecek yayınları daha fazla ve dikkatle takip etmektedirler. Bu talepte medya organlarının kör destekleyici tavrını meşrulaştıracak zemini oluşturmaktadır.

Yerel gazetecilerin en büyük problemi kalifiye elaman bulma konusunda yaşanmaktadır. Gazeteler yerel olmaları nedeniyle kazançları da düşük oluyor ve bu durumda gazetelerin personelleri için ayırdığı ücretinde düşük seviyelerde seyretmesine neden oluyor.

En büyük problem finansman olarak görülürken, personel istihdamında da bu sorun gün yüzüne çıkıyor. Yerel gazeteler ihtiyaçları doğrultusunda personel istihdam etmek istediklerinde karşılayabildikleri maaş tutarı ile çoğunlukla sektörde deneyim edinmemiş yada kısa süreli bulunmuş kişileri seçtiklerinde yeteri kadar personel alımı yapabiliyorlar. Kalifiye eleman temin etmek istediklerinde ise ücreti arttırmak için alacakları personel sayısını düşürmek durumunda kalmaktalar.

Tiraj konusunda da yerel gazeteler büyük sorun yaşamaktalar. Yerel imkânlar ile basımı gerçekleştirilen gazetelerin, satış fiyatları genelde ulusal gazetelere yakın bir konuma gelmektedir. Bu nedenle okurların yerel gazetelere para vererek edinmek gibi bir davranıştan çekindikleri görülüyor. Gazeteler ayakta kalabilmek ve okunurluklarını arttırabilmek için büyük çoğunlukla ücretsiz olarak dağıtılma yoluna başvurmaktalar. Bu durumda, kazanç getirmeyen baskı hizmeti gazeteler için zarar olarak kayıtlara geçiyor.

Ücretsiz dağıtım ile tirajlarını arttıran gazetelerin en büyük gelir kaynağı ve ayakta kalmalarını sağlayan güç ise kamu kurumları ile özel kuruluşların abonelik hizmeti satın almalarıdır. Yerel gazeteler sattıkları abonelikler ile ayakta kalmaktalar. Ancak birçok firma ve kamu kurumu abonelik için belirli standartlar belirlemektedir. Bu standartlara uyana dek ayakta kalamayan birçok yerel gazete kapatılmak durumunda kalıyor.

Kamu kurumlarının ve özel firmaların aboneliklerinden gelen gelir ile hem personel istihdamının yükü hem de ücretsiz olarak basılıp dağıtılan gazetenin maliyetleri karşılanmaya çalışılmakta. Bu nedenle gazeteler haber yayımlarında abonelerinin konu olduğu haberleri zorunlu olarak göz ardı etmek durumunda kalmakta. Bu durumda basının oto sansüre uğramasına neden olmaktadır. Zira basın kuruluşu haberi olduğu gibi verdiğinde, habere konu kurum yada kuruluş abonelik hizmetini iptal ederek gelirin kesilmesi tehdidinde bulunmaktadır. Bu baskı altında yerel gazeteler yayınlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Resmi ilanlar da yerel gazeteler için hayati öneme sahip bir gelir kapısı olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak gazetenin bu imkândan yararlanmak için öncelikle en az 2 yıl gibi bir süre günlük olarak çıkması ve bu istikrarını devam ettirmesi gibi ağır şartları yerine getirmesi gerekiyor. Bu şartları yerine getiren gazeteler sadece resmi ilan alarak zor şartlarda da olsa yayım hayatlarını sürdürebilmektedirler. Ancak bu şartlar sektörde çalışan gazeteciler için bazen avantaj olabiliyor. Nedeni ise gazetelerin resmi ilan imkanlarından yararlanmak için fikir işçisi istihdam etmesi ve sigortasının bu şekilde yatırılması şartının da aranmasıdır. Çünkü sektörde birçok gazetecinin ne yazık ki sigortası normal işçi olarak yatırılmakta. Bu şekilde yıllarca emek verip çalışsalar da bu gazeteciler, sarı basın kartı başta olmak üzere gazeteciler için tanınan birçok haktan mahrum kalmaktalar.  

Sektörde çalışan gazetecilerin yaşadıkları en büyük sorunlardan bir tanesi de istihdam edildiği kuruluş tarafından çeşitli işleri de yapmasının istenmesi. Bir gazeteci olarak başladığınız işte patronunuz sizi tasarımcı, baskıcı yada muhasebeci ve ara eleman gibi de kullanmak isteyebiliyor. Bu işleri yapmayı reddetmeniz durumunda da işten çıkarılma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

Bir İletişim mezunu iseniz bunun sektörde size fazla bir artı getirmesi söz konusu olmamakta. Eğitim almamış birçok kişi sektöre bir gecede girip kendisini gazeteci gibi tanıtabilmektedir. Etik kurallar ve yazım teknikleri gibi temel bilgilerden dahi yoksun kişilerin yalnızca finansal yada siyasal yaklaşımla mesleğin gölgesine sığınması yerel ortamlarda çok daha fazla rastlanılan bir durumdur. Bu durum nedeniyle de gazetelerin tamamı zan altında kalmakta ve basına olan güven sarsılmaktadır.

Çözüm önerileri;

Öncelikle gazetecilik mesleğinin özgür bir ortamda yapılması mümkün olmalıdır. Ancak günümüzde her isteyenin bir iki haber yayımlayıp kendini gazeteci olarak topluma karşı atfetmesi mesleğin içerisinde kronik bir sorun oluşmasına neden olmuştur. Bunun çözümü için her isteyenin gazeteci olabileceği bir ortamın yine sunulması gerekir ama mesleğe gireceklerin halk eğitim merkezleri yada benzeri kurumlar tarafından kısa temel bir eğitime alındıktan sonra mesleğe başlayabilmesine müsaade edilmelidir. Böylelikle gazetecilik bilgisi olmadan ithaf haberler yaparak sonrasında mahkemelerde zor duruma düşen insanların sayısı da azalacaktır. Tecrübesiz ve bilgisiz kişilerin bu sektöre girmesi çoğu zaman hakaret düzeyine varan başlıklar, iftira ve toplumu yanlış yönlendiren içerikli haberler gibi etik dışı durumların yaşanmasına neden olmakta.

Kamu kurumlarının tanıtım ve medya birimlerinin yerel gazete abonelikleri siyasal ve yayınlarına göre değerlendirmesi yerine bir standart belirlenerek aboneliklerin bu standartlara uyan tüm gazeteler için alınması, basının daha özgür ve tarafsız haber yayınlamasının önünü açacaktır.

Yerel gazetelere kurumsallaşma kültürünün öğretilmesi de gerekmektedir. Bir personelin her işe gönderilebileceği algısının muhakkak kırılması gerekliliği önem arz etmekte. Bu düzende ne yazık ki kalifiye elaman yerine, işleri basit standartlara oturtmuş, kendini tekrar eden bir çalışan kesim oluşmakta.  Bunun sonucu olarak da yerel gazetelerin okuyucular üzerin de etkisinin yitirilmesi söz konusu.

Büyük yük getiren fikir işçisi sigorta ücretlerinin daha makul bir seviyeye çekilmesi sektörde çalışan kişilerin haklarının onlara verilmesini sağlayabilir. Zira sigorta ücretinin yüksekliği nedeniyle patronlar fikir işçisi statüsünde sigorta pirimi yatırmaktan kaçınıyorlar.

İdeoloji

İdeoloji, siyasal yada toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir siyasal parti yada toplum içerisindeki bir sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel ve estetik düşünceler bütünü olarak görülebilir.  Tarih boyunca oluşan şartlar ve bireylerin fikirleri doğrultusunda birbirinden farklı ideolojiler ortaya çıkmıştır.

İdeoloji bir grup yada siyasi partinin şekillenmesini ve politikalarını buna göre uygulamasını sağlar. Basit bir örnekle ideoloji şu şekilde anlatılabilir. Bir tiyatro severler grubuna katılacaksanız yada katılmışsanız. Tiyatro konusunda bilgi ve ilerleme elde edersiniz. Bu amaçla faaliyetler yürütür ve elinizdeki gücü de bu amaçla kullanırsınız. Birbirine yakın düşünen ve çıkarlara sahip insanların ideolojik olarak bir araya gelip bir etki gurubu üretmesi söz konusu olabilir. Günümüzde siyasi partiler dahil bir çok etki gurubunun kendine özgü ideolojik bir yapısı vardır. Tüm guruplar bu düşüncelerini ilerletmek, yaymak ve güçlendirmek için bir çaba sarf ederler.

Siyasal İdeolojiler

Liberalizm ’in düşünsel kaynakları antik Yunan’a kadar uzanır. Ancak modern dünyada şekillenmiş bir düşüncedir. Liberalizm kendi içerisinde 3 ana akıma ayrılır. Bunlar; Klasik liberalizm, sosyal liberalizm ve liberteryen düşüncedir.

Klasik liberalizm, devleti adalet ve güvenlik gibi temel işlevlerle sınırlar.

Sosyal liberalizm, devletin temel işlevleri olan adalet ve güvenlik işlevlerinin yanında eğitim, sağlık ve altyapı alanlarında da görevler yükler.

Liberteryen düşünce, 20 yy da gelişmiştir. Devleti bir gece bekçisi olarak görmek ister. Özgürlükleri sınırsız olarak görmek ister ve güvenlik işlevinin dışındaki tüm faaliyet alanlarının topluma bırakılmasını savunur.

Liberalizm’in iikisi bireye ikisi toplumsal yaşama yönelik dört temel değeri vardır. Bunlar bireycilik, özgürlük, çoğulculuk ve hoşgörüdür.

Bireycilik liberal düşüncenin her şeyden önce savunduğu değerdir. Bu düşünceye göre devlet ile birey arasındaki ilişkide birey önceliklidir.

Özgürlük, liberalizm’e göre başkasının özgürlüğüne kast etmedikçe bireyler özgür olmalıdır düşüncesidir. Özgürlüğün ancak bir başkasının yaşamına etki ettiğinde kısıtlanabileceğini savunur.

Çoğulculuk ve hoşgörü, bu düşünceye göre toplumlar yaşam biçimleri, kimlikler gibi farklılıklar üzerine şekillenir. Bu farklılıkların yaşatılmasını savunur. Özgürlük için farklılıkların yaşatılması ve hoşgörü gösterilmesi gerektiğine inanır.

 Liberalizm serbest piyasa ekonomisi anlayışına sahiptir. Bu anlayışa göre devlet ekonomik yaşama etki etmez. Sadece firmalar arasındaki ilişkilere müdahil olur. Liberalizm demokratik bir yapıyı ön görür. Günümüzdeki demokrasi sistemi Liberalizm’in siyasi projesi olarak gelişmiştir. Liberalizm’in siyasi boyutuna bakıldığında yönetimin temeli halkın rızası ile olmalıdır. İktidar serbest seçimler yolu ile yönetime gelmelidir. Sistemin temeli insan haklarına dayanmalıdır. Tüm siyasal kurumların amacı insan haklarına hizmet etmelidir. Liberalizm’in temelinde sınırlı devlet anlayışı vardır. Devleti hukukla sınırlandırır ve devletin her hangi bir ideoloji ile yönetilmemesini şart koşar.

Muhafazakarlık

Muhafazakar düşünce sanayi sonrası modern toplumda ortaya çıkan bazı gelişmelere tepki olarak gelişmiştir. Muhafazakar düşünce aydınlanma düşünürlerinin her şeyi akla dayandıran düşüncelerine, tüm kurumlarda değişimi öngören devrimci sosyalist hareketlere ve sanayi devrimi sonrasında aile ilişkilerindeki bozulmalara tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Muhafazakar düşünce genel olarak insanın sınırlı bir varlık olduğunu kabul eder. İnsanların toplumu ve otoriteyi oluşturmadığını aksine toplumun insanın yapısını, düşüncesini ve ahlaki değerlerini oluşturduğunu öne sürmektedirler. Muhafazakar düşünceye göre bilgimiz akla değil deneyimlere dayanır. İnsanların hakları beraberinde getirmediğini, bu hakların devlet tarafından insana bir lütuf gibi verildiğini düşünürler. Bu düşünceye göre devletin hakları yükümlülüklerle dengeli biçimde insana verdiğini savunur.

Bu düşünceye göre toplamun keyfi biçimde müdahale edilerek şekillendirilebilecek bir yazılı sözleşme oluşturulmuş bir araç olmadığını ve toplumun hepimizi kapsayan bizim toplamımızdan daha kapsayıcı bir karmaşık varlık olduğu varsayılır.

Muhafazakarlara göre sosyal sınıflar, gruplar, topluluklar, cemaatler gibi tüm sosyal küme ve kurumlar görünmez bir güç ve kuvvet tarafından bir birine işlevsel olarak bağlanmış organik toplumun tamamlayıcı parçaları olduğunu kabul edilir.

Toplumun inşasında geleneklerin yanı sıra dinin de önemli bir etkisinin ve yerinin olduğunu kabul eder ve dinin bu özelliği ile toplumun geleceği için koruması gerektiğine inanır. Toplumsal düzen düşünce için önemli bir temel taşıdır. Bu anlayışa göre toplum ve devlet aynı amaca yönelebilmelidir. Muhafazakar düşünce en iyi düzenin varsayılan olduğunu kabul eder. Bu nedenle istikrar ve devamlılık büyük bir öneme sahiptir.

Muhafazakar düşünceye göre toplum organizasyonun bedensel kısmını, otorite ise beyin kısmını oluşturur. Güçlü bir otoritenin olmaması durumunda toplumdaki düzenin devamı söz konusu olmaz. Muhafazakar düşünceye göre rıza şarttır, ancak Liberal düşüncedeki gibi bir sözleşmeye bağlı olarak değil sadakat üzerine kuruludur.

Mutlakiyetçi düşünce

Mutlakiyetçi düşünce anlayışı 16 yy’dan itibaren Avrupa’da yükselmeye başlamıştır. Bu düşüncenin ortaya çıkmasının nedenlerinden birisi ulus devlet oluşumunu tamamlayamayan bazı parçalı güç merkezlerinin ulus devlete dönüştürülme ihtiyacının ortaya çıkmasıdır. 16 yy’da parçalı güç merkezleri kralların altında bir araya gelerek ulus devletleri oluşturmuştur.  Bu dönemde bir araya gelemeyen bazı topluluklar vardır. Bu topluluklardan birisi İtalya’dır. Parçalı bir halde olan İtalya ulus devletler karşısında güçsüz kalmıştır. Bu nedenle İtalyan düşünür Niccola Machiavelli bu zayıf durumdan kurtuluşun yolunu sınırsız güce sahip güçlü bir prens altında küçük güç odaklarını bir araya getirerek güçlü bir devlet ortaya çıkarmayı önermiştir. Bu öneri Mutlakiyetçi düşüncenin ilk ortaya atılışıdır. Diğer devletlerde bu anlayışın ortaya çıkmasındaki temel neden ülkelerde ortaya çıkan iç karışıklıklardır. Bu karışıklıkların ortadan kaldırılmasının yolunun güçlü merkezi bir otoritenin oluşturulmasından geçtiği önerileri yapılmıştır.

Mutalakiyetçi düşünceyi savunan düşünürlere göre insan bencil, açgözlü, doyumsuz ve saldırgan bir varlıktır. Bu yapısı nedeniyle mutlak bir siyasi güç olmadan barış içerisinde yaşayamaz. Ekonomik, teknolojik, bilimsel anlamda gelişmenin yaşanabilmesi için insanların sıkı biçimde kontrol edilmesi gerektiğini savunur.

Mutlakiyetçi düşünce toplumu farklılıklarından arınmış, aynı amaçlar için bir araya gelmiş ve değerler etrafında bir araya gelip kenetlenmiş bir toplum olarak tanımlar. Mutlakiyetçi düşünce bireyi değil devleti önemser. Toplumsal kargaşayı, ayrışmayı önlemek ve toplumun birlikteliğini oluşturmak için güçlü bir devlet otoritesine ihtiyaç olduğunu savunur.

Faşizm

Faşizm birinci dünya savaşı sonuçlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Birinci dünya savaşından yenik çıkan Almanya’nın Versay anlaşması ile topraklarının komşu ülkeler tarafından paylaşılması ve sömürgelerinden vaz geçmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu anlaşma Almanya’da geniş bir kitle tarafından tepki çekmiş ve ihanet olarak değerlendirilmiştir. Bu süreçte Hitler ortaya bu haksızlıklara bir tepki olarak çıkmıştır. İtalya’da da Almanya’da olduğu gibi benzer nedenlerle faşizm görüşü ortaya çıkmıştır. 

Faşist rejimler bireyciliğe, toplumsal farklılaşmaya ve çoğulculuğa karşılardır.

Faşist rejimlerde özgürlükler değil yükümlülükler önemlidir. Bu anlayışa göre birey devletin kendisine vereceği görevleri yapmakla yükümlüdür.

Faşizm şiddet ve zor kullanmayı meşru ve gerekli gören otoriter bir devlet anlayışına sahiptir.

Faşist rejimlerin bazılarında ırkçı bir bakış açısı da bulunmaktadır.

Siyasal Rejimler

Siyasal sistemler Çoğulcu ve tekilci sistemler başlıkları altında incelenebilir.

Çoğulcu sistemlerde iktidarın kaynağı halktır. Halkın seçimi ile gelir ve giderler. Toplumdaki farklı görüşler serbesttir ve iktidara aday olabilirler. Toplumun temel hak ve özgürlükleri anayasa ile garanti altına alınmıştır. Sistem içerisinde devlet iktidarını sınırlayacak mekanizmalar vardır.

Düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle iktidar denetlenir ve hesap verir.

Liberal demokrasi

Liberalizmin temel çıkış noktası birey ve özgürlükleridir. Liberaller devletin toplumsal ilişkilere müdahalesine karşıdır. Sloganları bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinlerdir.

Sosyal Demokrasi

Sosyal demokrasi Liberal demokrasiye karşı yükselmiş sosyalist bir itirazdır. Liberal düşüncenin tezine karşı çıkarlar. Sosyal demokraside kapitalizm reddedilmez. Ancak üretimde kapitalizmin olabileceğini ama dağıtımda eşitlik olmasını şart koşar. Bunun içinde devlet müdahalesinin olması gerektiğini savunur.  Resmi ideoloji sorunların çözümü için mutlak yol olarak görülmektedir. Bu sav doğrultusunda muhaliflere karşı şiddet ve teröre başvurulmasını ahlaki olarak haklı hale getirir. Teoride devletin insanlar için olduğu vurgulansa da pratikte bu durum tam tersi olmaktadır.

Tekilci sistemler

Faşizm

Faşizm ilk kez İtalya’da ortaya çıktı. Liberalizm ve sosyalizme tepki olarak doğmuştur. Kapitalizm ’in üretim mantığını benimser ancak Liberalizm ’in bireyci düşüncesini reddeder. İdeolojiden yanadır. Ulusun tek bir çatı altında toplanabilmesi için araya devletin girmesini gerekli görmüştür. Akla değil duygulara hitap etmiş ve aklın yerine manevi duygulara ön plana almıştır. Tek ulus, tek fikir, tek devlet faşizmin temel sloganıdır.

———-

Siyasal rejimler ayrıca Demokrasi, otoriter ve totaliter yapı olarak 3 başlık altında incelenebilir.

Demokrasi seçimler ile parlamentoda çoğunluk olan siyasi grubun belirli bir süreyle iktidar olmasıdır. Demokrasi kendi çatısı altında da Yarı Başkanlık, Başkanlık ve parlamenter Demokrasi olarak üç gruba ayrılır.

Yarı başkanlık sistemi

Bu sistemde halk hem devlet başkanını hem de yasama meclisini seçer. Bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan hükümet meclisten güven oyu alarak iktidar olur. Seçilen başkan Meclis’e karşı sorumlu olur. Meclisten çıkan yasaları onaylar yada veto edebilir. Ülkede OHAL ilan edebilir ve belirli bir süreyle ihtiyaç halinde meclisi fes edebilir.

Başkanlık sistemi

Bu sistemde yasama yürütme ve yargı ayrı güçler olarak konumlandırılır. Başkan halk tarafından iki kademeli seçim sistemi ile seçilir. Başkan’ın karşısında onu denetleyecek ve gerektiğinde durduracak güçlü kurumlar konumlandırılmıştır. Halkın oyları ile seçilen başkan bakanlar kurulunu kurar ve ülkeyi yönetir.

Parlamento sistemi

Örneği İngiltere’de görülmektedir. Bir meclisin yanı sıra alt kamaralar ve meclisler ile denetleme sağlanmaktadır. Bu sistemde çoğunluktan ziyade en çok oyu alan ilk kişinin seçilmesiyle sonuçlanan bir yapı vardır. Yürütme organının yasama organının denetiminde olduğu bir sistemdir. Bu sistemde devlet başkanı genellikle hükümet başkanından başka bir kişidir. Bu sistemle yönetilen ülke bir meşruti monarşi yada Cumhuriyet olabilir. Meşruti monarşi ile yönetilen ülkelerde yetkileri sembolik olan bir hükümdar bulunabilir. Parlamenter cumhuriyetlerde ise seçimle iş başına gelen ve yetkileri yine sembolik olan bir devlet başkanı bulunabilir.

Otoriter Rejimler

Bu tür rejimlerin temeli ilk başta siyasal bir partiye dayansa da zamanla bu parti iktidarın mutlak sahibi olabilir. Bu gibi durumlarda iktidar karşıtı muhalefet fitne yayan bir düşman olarak görülür. Siyasal katılım genellikle iktidarı başta tutacak bir amaçladır. Bunun dışındakiler başkaldırı olarak tanımlanır. Seçimler genelde iktidara destek vermek veya miting ve gösterilerde yer alarak yine iktidarı destekleyecek mahiyettedir.

Totaliter rejimler

Mutlak kontrolü amaçlayan rejimlerdir. Birey özgürlüğü ikinci plandadır. Herkes her an izlenmektedir. İnsanların ne yaptıklarını neyi düşündüklerini dahi devlet bilmek istemektedir. Mahrem hayat serbestisi kabul edilmez. Sivil toplum yoktur. Her şeyin ve herkesin devletin denetimi altında olduğu bir rejimdir.

KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI TEORİLERİNİN KONJONKTÜREL MEDYA YAKLAŞIMI BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

Kitle iletişim araçlarının toplumlar üzerindeki etkileri ve kullanım şekilleri kültürel ve ideolojik açılardan farklılık göstermektedir. İçerisinde yaşanılan dönemin durumuna göre medya araçlarının kullanım amaçları da değişebilmektedir.

Ortaçağ döneminde Avrupa’da kilisenin yüksek bir otoriteye sahip olması medya araçlarının da bu otoritenin devamını sağlayacak şekilde gelişmesini ve kullanılmasını sağlamıştır. Bu sayede otoriter kuram gelişmiş ve bu yönelimden beslenmiştir. Sözde aydınlanma ile beraber de Avrupa’da kilisenin baskılarından kurtulma arayışlarının sonucu olarak, dinden uzaklaşan toplumlar nezdinde akılcı düşünceler ön plana çıkmıştır. Bu düşüncelerin ortaya çıkarttığı anlayışsa Liberal anlayıştır. Bu dönemde medya özgürlükçü bir tavır takınırken devlet otoritesinin kendi üzerinde baskı kurmasının yanlış olacağını benimsemiş ve bu şekilde bir baskıyla karşılaştığında da özgürlük kavramı üzerinden kamuoyu oluşturulmuştur. Liberal düşüncenin hakim olduğu toplumlarda medya araçları ilk etapta özgür olarak görülse de daha sonrasında görünmez bağlar olarak adlandırılabilecek. Ekonomik, siyasi ve ideolojik bağlar ile yine bulunduğu dönemin şartlarının devamını sağlayacak propagandist bir anlayış ortaya çıkmıştır. 

Sovyetler (Rusya), Almanya ve İtalya gibi baskıcı ve ırk temelli totaliter ve sosyalist ülkelerdeki toplumların üzerinde medya araçları düzenin devam ettirilmesini sağlayacak propaganda araçları olarak kullanılmıştır. Özellikle medya araçları Stalin ve Hitler döneminde tamamen birer propaganda aracı olarak ön plana çıkmıştır. Bu ülkelerde medya organları genelde ya devlete ait yada devletin sıkı denetiminde varlık göstermektedir. Bu yönüyle bu tip ülkelerde medyanın kamuoyunun sorunlarını dile getirmek gibi bir misyonu istese de üstlenemeyeceği görülmektedir.

Kapitalizmin tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan küreselleşme algısı gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri sömürme yarışına evrilmiştir. Bu evrimin içerisinde medya da büyük bir rol almıştır. Özellikle gelişmiş ülkelerin geniş olanaklara sahip ve son teknolojiyi kullanabilen medya organları tarafından gelişmekte olan ülkelerin medya kuruluşlarına karşı bir etki çabası oluşmuştur. Bu çabaların sonucunda 3. Ülkelerin medya araçları gelişmiş ülkelerin medya araçlarının beslenmesini sağlayacak küçük ölçekli etki araçları halini almıştır. Küresel piyasaların hedeflediği ülkelerin toplumları güçlü medya şirketlerinin yardımıyla sıkı bir reklam ve propaganda kampanyası atağı altında bırakılmaktadır.  Bu medya bombardımanı ile medya kuruluşları hedef ülkede yaşayan toplumun istenilen tüketim alışkanlıklarını kazanmasını sağlayan birer öğretici konumuna gelmişlerdir.

Medya günümüzde de çıkar odaklı yayın anlayışı ile hareket etmektedir. Her kurum veya kuruluş kendi ideoloji ve fikri benzerlikleri bulunan topluluklara özel yayın anlayışını benimseyerek çıkarlarını korumaya ve güç devşirmeye çalışmaktadır. Günümüzde tarafsız basın anlayışı da bizdense tarafsız değilse taraflı gibi bir bakış açışına hapis olmuş durumda.

Demokratik ülkelerdeki medya kuruluşlarının yapıları özgür gibi gözükse de bu ülkelerin birçoğunun benimsediği Liberal anlayış, çıkar odaklı gazeteciliğin yükselmesine neden olmaktadır. Medyanın bu sıkı görünür yada görünmez bağlardan arınabilmesinin tek yolu toplum üzerindeki etkisini kaybetmesinden geçtiği için bu bağların tarihin her döneminde olacağı aşikardır.

Genel olarak medya yaklaşımları bulunulan toplum ve onun kültürel anlayışları, rejim, yayın arenasında kabul edilen fikir ve ideolojiler, siyasal sistemler ve bulunulan dönem ile teknolojik gelişimin çevresinde şekillenmektedir. Günümüzde medya hız ile kendisini ön plana çıkartmaya çalışırken geçmişte bunu haber içeriği, görüntü ve video ile yapmaya çalışırlardı. Yaşanılan dönemin koşulları medyanın şekillenmesini sağlamaktadır. Kısaca toplum medyayı şekillendirirken, medyada toplumu şekillendirmekte ve bu durum değişen şartlara göre sadece yöntemleri ve kullanılan araçları yenileri ile değiştirmektedir.

Liberal kurama göre iletiler serbest bir pazar ortamında alınıp satılan bir meta olarak görülmektedir. Bu sistem temelde hiçbir kısıtlama ve ön koşul bulunmamasını ve herkesin bir kısıtlama yada ön koşul olmaksızın medya alanına girebileceğini savunur.

Herkesin istediği gibi girebildiği medya sisteminde bireylerin seçme eylemi ile iyi iletileri kendileri bilinçli olarak seçip yönelerek bu iletileri alacakları.  Kötü ve zararlı iletileri ise tercih etmeyecekleri için bu iletilerin pazarda yer edinemeyip alanı terk edeceği ön görülmektedir.

Ancak bu anlayışın bazı sorunlar getirdiği de görülmekte. Bunlardan birincisi tekelleşme tehdidi. Medya organlarının tamamen özgür ve bireye ait olarak şekillenmesi durumunda zamanla en güçlü olanın diğer medya organlarını kendi bünyesine katarak alanda tekelleşebilmesi söz konusu olabiliyor.

Medyanın birinci vazifesi olan kamuoyu adına denetim görevi bireyselleşme ile birlikte kar odaklı düzen nedeniyle ikinci planda kalmaktadır. Medya organları topluma karşı olan sorumluluklarını yerine getirmek yerine, sermayesinin sahibi olan kişiler adına faaliyet gösterip bu amaçlar doğrultusunda yayın politikaları belirlemekte.

Liberal kuramın her alanda olduğu gibi medya alanında da uygulanmasında kapitalizmin özgürce dolaşımına imkan vermesi ve kamu çıkarları ile patron çıkarlarının yer değiştirip patronların isteklerinin sanki kamuoyunun isteği gibi yansıtılması sorunları ortaya çıkmaktadır.

Gazetecilerin mesleki kimlik sorunları bağlamında Liberal kuram anlayışına göre geliştirilen medya sistemi sorunları çözüme ulaştırmaktan ziyade daha da derinleştirmiştir. Öncelikle bireyselleşip sonrasında holdingleşmiş olan medya organlarında gazeteciler kendi çıkarları ve medya kuruluşunun çıkarları doğrultusunda hareket edip, gazeteci kimliğine yakışmayan çalışmalara imza atmaya başlamışlardır. 

Liberal kuram her ne kadar özgürlük vaat etse de işler uygulamada beklenildiği gibi olmamakta. Gazetecilerin patronlarının çıkarları nedeniyle yeterince özgür bir ortamda çalışamamasının yanında bu durum toplumun gazetecilere olan güvenini de sarsmaktadır.

Güven sarsılmasının neticesinde ise gazeteciler etraflarında toplayabildikleri kitleleri tutmak adına daha fazla sivrilmekte ve haber süreçlerine bu nedenle ideolojik fikir ve düşünceler daha fazla katılmakta. Sivrilmelerin sonucundaysa her medya organı politikası doğrultusunda ideolojik grupları hedeflemekte ve kitleler edinip bu gücü kendi ideolojik amaçları doğrultusunda kullanmaktadır.

İletişim kuramları, iletişim sürecini anlamaya yönelik yapılan teorik çalışmaları kapsar. İletişim kuramları, bir iletişim sürecinde gönderilen mesajın nasıl algılandığını, nasıl yorumlandığını ve nasıl yanıt verileceğini inceler. Aşağıda bazı önemli iletişim kuramlarını listeleyebilirim:

  1. Öğrenme Kuramı: Bu kuram, bir insanın yeni bir bilgi edinme sürecini inceler ve bu sürecin nasıl gerçekleştiğini açıklar.
  2. Yaşam Öyküsü Kuramı: Bu kuram, bir insanın deneyimlerinin nasıl iletişim davranışını etkilediğini inceler.
  3. Örüntüler Kuramı: Bu kuram, bir insanın iletişim davranışının nasıl belli bir örüntü içinde tekrarlandığını inceler.
  4. Yönlendirme Kuramı: Bu kuram, bir insanın iletişim davranışının nasıl yönlendirildiğini inceler.
  5. İletişim Öğesi Kuramı: Bu kuram, iletişim sürecinde gönderilen mesajın nasıl algılandığını ve yorumlandığını inceler.
  6. İletişim Öğesi Modeli: Bu model, iletişim sürecinde gönderilen mesajın nasıl yorumlandığını ve yanıt verileceğini açıklar.
  7. Benmerkezci Kuram: Bu kuram, bir insanın iletişim davranışının nasıl kendi benmerkezci inançları tarafından yönlendirildiğini inceler.
  8. İletişim Öğesi Kuramı: Bu kuram, iletişim sürecinde gönderilen mesajın nasıl algılandığını ve yorumlandığını inceler.

Öğrenme kuramı, bir insanın yeni bir bilgi edinme sürecini inceler ve bu sürecin nasıl gerçekleştiğini açıklar. Öğrenme, bir deneyim sonucu ya da öğretim sürecinde elde edilen yeni bilgi ve davranış değişikliklerini ifade eder. Öğrenme kuramları, öğrenmenin nasıl gerçekleştiğini anlamaya yönelik teorik çalışmalardır.

Bazı önemli öğrenme kuramları şunlardır:

  1. Klasik Davranışçı Öğrenme Kuramı: Bu kuram, öğrenmeyi davranış değişikliği olarak tanımlar ve öğrenmenin gerçekleştiğini, bir davranışın belirli bir koşulu takip eden sonuçlar sonucu olduğuna inanır. Örneğin, bir köpeğin yemek yerken yüksek sesle havlama davranışının belirli bir koşulu takip eden bir yemeğin verilmesiyle öğrenmesi bu kuramın örneklerinden biridir.
  2. Öğrenme Kuramı: Bu kuram, öğrenmeyi düşünme süreci olarak tanımlar ve öğrenmenin, insanların düşünceleri ve inançları arasındaki ilişkiyi değiştirerek gerçekleştiğine inanır. Öğrenme kuramı, insanların nasıl düşündüklerini ve nasıl öğrendiklerini anlamaya yönelik bir teoridir.
  3. Kognitif Öğrenme Kuramı: Bu kuram, öğrenmeyi beyin faaliyeti olarak tanımlar ve öğrenmenin, beyin tarafından yapılan işleme dayalı olduğuna inanır. Kognitif öğrenme kuramı, insanların nasıl düşündüklerini ve nasıl öğrendiklerini anlamaya yönelik bir teoridir.
  4. Öğrenme Kuramı: Bu kuram, öğrenmeyi bir sosyal süreç olarak tanımlar ve öğrenmenin, insanların birbirleriyle etkileşim içinde olduğu ortamlarda gerçekleştiğine inanır.

Yaşam öyküsü kuramı, bir insanın deneyimlerinin nasıl iletişim davranışını etkilediğini inceler. Bu kuram, insanların geçmiş deneyimlerine dayalı olarak iletişim davranışlarının nasıl oluştuğunu ve nasıl değiştiğini açıklar. Bu teoriye göre, insanların geçmiş deneyimleri, onların iletişim davranışlarının nasıl oluştuğunu ve nasıl değiştiğini belirler.

Yaşam öyküsü kuramı, insanların deneyimlerinin iletişim davranışları üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu inceler. Örneğin, bir kişinin geçmişte yaşadığı olumsuz deneyimler, onun iletişim davranışlarını olumsuz yönde etkileyebilir. Benzer şekilde, olumlu deneyimler de iletişim davranışlarını olumlu yönde etkileyebilir. Yaşam öyküsü kuramı, insanların geçmiş deneyimlerinin iletişim davranışları üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu anlamaya yönelik bir teoridir.

Örüntüler kuramı, bir insanın iletişim davranışının nasıl belli bir örüntü içinde tekrarlandığını inceler. Bu kuram, insanların iletişim davranışlarının nasıl belli bir örüntü içinde tekrarlandığını ve bu örüntülerin nasıl oluştuğunu açıklar. Örüntüler kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl tekrar ettiğini ve bu tekrarların nasıl oluştuğunu anlamaya yönelik bir teoridir.

Örüntüler kuramına göre, insanların iletişim davranışları belli bir örüntü içinde tekrar eder. Örneğin, bir kişinin aşırı sinirlendiği zamanlarda aşırı yüksek sesle konuşma davranışı, bu kişinin iletişim örüntüsünde bir tekrar olarak karşımıza çıkar. Bu örüntüler, insanların geçmiş deneyimlerine dayalı olarak oluşur ve insanların gelecekteki iletişim davranışlarını da etkiler. Örüntüler kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl belli bir örüntü içinde tekrar ettiğini ve bu örüntülerin nasıl oluştuğunu anlamaya yönelik bir teoridir.

Yönlendirme kuramı, bir insanın iletişim davranışının nasıl yönlendirildiğini inceler. Bu kuram, insanların iletişim davranışlarının nasıl yönlendirildiğini ve bu yönlendirmelerin nasıl oluştuğunu açıklar. Yönlendirme kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl yönlendirildiğini anlamaya yönelik bir teoridir.

Yönlendirme kuramına göre, insanların iletişim davranışları, çevrelerinde bulunan kişiler, gruplar ve toplumlar tarafından yönlendirilir. Örneğin, bir toplumun değer yargıları ve inançları, toplumun üyelerinin iletişim davranışlarını yönlendirir. Benzer şekilde, bir grup içinde bulunan bir kişinin pozisyonu ve rolü de o kişinin iletişim davranışlarını yönlendirir. Örneğin, bir öğretmenin öğrencilerine karşı iletişim davranışları, onun öğretmen olma pozisyonu ve rolü nedeniyle farklı olabilir. Yönlendirme kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl yönlendirildiğini anlamaya yönelik bir teoridir.

İletişim öğesi kuramı, iletişim sürecinde gönderilen mesajın nasıl algılandığını ve yorumlandığını inceler. Bu kuram, insanların mesajları nasıl algıladıklarını ve yorumladıklarını açıklar. İletişim öğesi kuramı, insanların mesajları nasıl algıladıklarını ve yorumladıklarını anlamaya yönelik bir teoridir.

İletişim öğesi kuramına göre, insanlar mesajları üç farklı yolla algılar ve yorumlar: işitme, görme ve beden dilini kullanarak. Örneğin, bir kişi bir konuşmayı dinlerken sadece kelimelere odaklanmayabilir, aynı zamanda konuşmacının beden dilini de izleyerek mesajı daha iyi anlamaya çalışabilir. Benzer şekilde, bir kişi bir yazılı mesajı okurken sadece kelimelere odaklanmayabilir, aynı zamanda yazılı mesajın yerleştirildiği ortamı da dikkate alarak mesajı daha iyi anlamaya çalışabilir. İletişim öğesi kuramı, insanların mesajları nasıl algıladıklarını ve yorumladıklarını anlamaya yönelik bir teoridir.

Benmerkezci kuramı, bir insanın iletişim davranışının nasıl kendi bakış açısını yansıttığını inceler. Bu kuram, insanların iletişim davranışlarının nasıl kendi bakış açılarını yansıttığını ve bu yansımaların nasıl oluştuğunu açıklar. Benmerkezci kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl kendi bakış açılarını yansıttığını anlamaya yönelik bir teoridir.

Benmerkezci kuramına göre, insanlar iletişim sırasında kendi bakış açılarını yansıtırlar. Örneğin, bir kişi bir konuşma sırasında konuştuğu kişinin bakış açısını dikkate almayabilir ve sadece kendi bakış açısını ifade eder. Benzer şekilde, bir kişi bir yazılı mesaj gönderirken de kendi bakış açısını yansıtabilir. Benmerkezci kuramı, insanların iletişim davranışlarının nasıl kendi bakış açılarını yansıttığını anlamaya yönelik bir teoridir.

Bu makale özgün olarak bir YAPAY ZEKAYA yazdırılmıştır.

Bu yaklaşımın temel dayanağı 8 aylık gözlemdir. Gözlem süresince 800 kişilik aynı amaca yönelik olarak bir arada olan topluluk gözlemlenmiştir. Buna göre 800 kişilik grup bir bütünü yani kitleyi oluşturmaktadır. Bu kitle gözlem boyunca alt gruplara ayrılmış ve bu alt gruplar ayrıca incelenmiştir.

Gruplarda Liderlerin Oluşumu ve Kitleleşme Aşaması

İncelememize konu olan 800 kişilik gruptaki bireylerin tamamı erkeklerden oluşmaktadır. Bu grubun amacı 8 aylık bir eğitim sürecini tamamlamaktır. Burada tespit ve yaklaşımlar bu grubun eğitimi süresince yapılan gözlemlere dayanmaktadır.

Bir yığının kitle olarak ortaya çıkmasında iç dinamikler oldukça büyük önem arz etmektedir. Bu araştırmada yaklaşık 800 kişiden oluşan bu yığın “Birçok kimsenin veya nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan kalabalık, küme, kitle, kütle” (TDK), kendi içerisinde yüzer kişilik sekiz iç gruba ayrılmaktadır. Bu sekiz grupta içerisinde onar kişilik çekirdek gruplara ayrılmaktadır. Son olarak bu onar kişilik çekirdek gruplarda kendi içinde bireylerin düşünce ve ihtiyaçları doğrultusunda tercih gruplarına ayrılmaktadır.

Yığının en küçük temel taşı olan tercih grupları kişinin düşünce yapısı, diğer bireylerle olan ilişkileri temelinde şekillenmektedir. Bu grup en basit anlatımıyla kişinin onar kişilik grup içerisinde arkadaşlık kurduğu kişilerdir. İnceleme yaptığımız grupta da bu tercih gruplarının oluşumu sırasında iç gruplar parçalı bir görüntü vermektedir. Ancak dışarıdan gelen durumlara karşı bütünleşme eğilimi gösterdikleri görülmüştür. Yani grup kendi içerisinde parçalı olsa da dışarıdan geleceklere karşı bütünleşme tepkisini doğal bir güdüyle vermektedir.

Tercih grupları birleştiğinde onar kişilik çekirdek grupları oluşturmaktadır. Bu gruplarda birleştiğinde yüzer kişilik iç gruplar oluşmaktadır. Burada da parçalı yapı yine dışarıdan gelene yönelik bütün olma eğilimini sürdürmektedir. Her ne kadar içerisinde farklı düşünce ve yapılar barındırsa da bu durum bütünleşmeye engel olmamaktadır. Nihayetinde iç grupların birleşimi ile de ana grup yani kitle “Bir yerde toplanmış, bir araya gelmiş insan topluluğu, kütle: Belirli işleviyle özellik gösteren büyük insan kalabalığı, kütle” (TDK) oluşmaktadır. Bu oluşum sürecinde gruplar içerisinde çeşitli rekabetler yaşanmaktadır. Bu rekabetlerden en önemlisi LİDER ÜRETİMİ aşamasıdır.

Parçalı yapı birleşme süreçlerinde LİDER ÜRETİMİ gerçekleştirmektedir. Bu süreç tercih grubundan başlayıp en tepeye varıncaya kadar devam eder ve kademeli liderler ortaya çıkar. İlk çıkan liderler birleşip çekirdek grup adına bir lider çıkartır. Bu liderler söylemleri ile birleşip çekirdek grup adına bir lider çıkartır. Daha sonraysa bu liderlerinde birleşimiyle iç grup liderleri çıkar. Son olaraksa söylem birliği ortaya çıkar ve kitleyi yönlendirecek olan ve aslında en güçlü olan LİDER ortaya çıkar. Bu liderin söylemleri en alt grubun söylemlerinin uzağında dahi olsa, artık kitle olarak bu söylemler bir ortak amaç olarak üretilir, savunulur ve dağılması sağlanır. Tepedeki liderin çıkışıyla diğer alt gruplardaki liderler kitleyi birleştirici ve enformasyon sağlayıcı temsilciler konumuna geçerler. Böylece kitleyi yönlendirme ve devamlılığını sağlama konusunda enformasyona dayalı bir yönetim şeması ortaya çıkar.

Liderlerin seçilmesinde grup içerisinde söylem gücü en yüksek olanlar öncelik kazanır. Böylece sesi daha az çıkan ve kendini savunmada yetersiz kalan bireyler bu kişileri doğal liderleri olarak görmeye başlar ve kendi söylemlerini bu kişinin söylemi ile birleştirerek destekçi olurlar. Bu durum liderlerin en büyük gücüdür. Ancak bu olumlu çığ etkisi ilerleyen süreçte tam tersi süreçleri de tetikleyebilir.

Bu yaklaşıma göre temel olarak kitle ve birey ilişkisi bir TABLO şeklinde açıklanacak olursa;

Tablo : 01

Yaklaşık 800 kişinin olduğu ve aynı amaca yönelik bir hedefleri bulunan kitlenin alt gruplarından birisinde çıkan rahatsızlığın o grubun içerisinde nasıl bir tetikleyici olduğuna yönelik yapılan gözlemde, grup içerisinde ilk başta bireysel olarak yükselen sesin bir süre sonra ortak bir ses olarak daha güçlü dile getirildiği gözlemlenmiş ve sonrasında da bu söylemlerin bireyleri tetikleyerek bir kısmının daha çok ön plana çıkması ile sonuçlandığı gözlenmiştir.  Grup içerisinde sivrilen kişiler belirginleştiklerinde onlara nazaran daha az sesi çıkanların bireysel huzursuzluklarını bırakıp bu kişilerin arkasında toplanmaya başladıkları ve alternatif lider ürettikleri görülmüştür. Öne çıkan birey arkasında toplananları yani destekçilerini gördükçe dahada çok cesaretlenmiş ve savunduğu ideali daha kararlı dile getirmeye başlamıştır. Kitleyi tehdit eden bu durum LİDER tarafından bastırılamazsa kitlenin yönetim şemasında değişim kaçınılmaz olmaktadır.

Çekirdek Grup Yaklaşımının Zeminin Oluşma Süreci ve Dinamikler

Burada MCDougall’ın “Grup Zihni“ kitabında belirttiği “yığın” tanımlaması söylem birleşmesi ile kitle halini almıştır. En başa döndüğümüzde yığın olarak topluluk içerisindeki bireyler rahatsızlıklarını kendi aralarında sakin bir tartışma ile ortaya koyarken, söylemin sivrilen bireylerin de etkisiyle bir orta yol bulunarak tek düzeliğe indirgenmesi ile artık yığın sözcüleri ve yapılanması olan bir kitle haline evrilmiştir.

Kitlenin geleceği için kitleyi oluşturan bireyin psikolojik durumu önem kazanmaktadır. Birey kitle ve çatıştığı durum arasında bir bağ kurmalı ve liderle idealleri doğrultusunda duygusal bağda kurmalıdır. Bu amaçla bireylerin bağlılığını arttırmak için liderler tarafından sürekli olarak iddialar ve çatışmalar üretilmelidir. Bu yoğun hisler Freud’un kitle kuramında dikkat çektiği ve kitlenin devamı için olmasını muhakkak gördüğü “Libidinal Enerji” ile devamlı kılındığında kitle dinç kalmakta ve devamlılık sağlanmaktadır. İncelemeye konu kitlede de LİDER konumunda ki bireyin kendisine yönelik rahatsızlıkların arttığını gördüğünde kitleyi deşarj etmek için kendini de mağdur durumuna soktuğu ve kitleye onlardan olduğunu hatırlattığı konuşmalar yaptığı görülmüştür. Lider ürettiği onlar ve biz söylemleri ile kaybettiği kitle güvenini tam olarak geri kazanamasa da gruptaki rahatsızlığı ve yükselen karşıt sesleri bastırmış ve kitlenin devamlılığı için iç gruplardaki rahatsızlıklara dair seslerin azalmasını sağlamayı başarmıştır.

Kitle içerisinde onlar ve biz şeklinde oluşturulan ve sürekli bir çatışmayı destekleyen söylem devamlılığı, bireyi kitleye bağlı kalmaya ikna etmekte ve bireyin heyecanının yüksek tutularak kitleyi özümsemesi sağlanmaktadır. Nitekim bireyin heyecan duygusu var oldukça kitleye olan ilgisi ve bağlılığı da devam edecektir.

Kitle içerisinde ki bireyin, şahıs olarak yapamayacağı birçok şeyi kitle içerisinde yapmaktan çekinmediği gözlem sırasında görülmüştür. William McDougall’ın kitle içerisinde ki bireylere yönelik “Fazla zeki olmayanlar üstün zekalıları kendi düzeylerine indirgerler.” söylemi ortak Kitle aklının basit söylemlerden oluşması gerektiğine dikkat çeken net bir sözdür. Eğer söylem karmaşık ve yoğun olursa kitlenin içerisinde anlaşılmasını zorlaştırır. Ayrıca kitleye yeni bireylerin katılmasını da engeller. Bu nedenle kitle söylemleri olabildiğine yalın ve sade bir şekilde basit kelimelerle anlatılabilecek söylem kalıpları olmalıdır.

Negatif Bağlılık Durumunun Oluşması

Eğer LİDER veya LİDERLER’in söylemleri bir süre sonra tekrara düşerse ve kitlenin sorunları artmaya başlarsa bireysel kopuşlar yaşanmaya başlayacaktır. Kitle den en küçük grup olan tercih grubu ile yaşanılan bir sorun nedeniyle kopan birey bir süre sonra kitlenin tamamına yabancılaşmaya başlayacaktır. Zira koptuğu en küçük parçadaki sorunun nedeninin bütünden kaynaklandığı kanısına varması kaçınılmazdır. Negatif etki bir kez uyandığında bireyin bağı hızlı bir şekilde kopacak ve ters giden ve kitle içinde hazmedilen birçok sorun birey tarafından fark edilmeye başlayacaktır. Bu noktada bireyin, kişisel görüşleri ortaya çıktığından grup ile bağı zayıflayacak ve kendi çıkarı için hareket etmeye başladığında da kitleye yabancılaşmaya başlayacaktır.

Güdüleyici Dalganın Oluşumu

Kitlenin ortak söylem üretmesi, içerisinde bulunan tüm bireylerin bu söylemleri kabul etmesi anlamına gelmemektedir. Zira kitlenin ürettiği ortak söylemler tüm kitle tarafından savunulsa da birey nezdine inildiğinde karşıt düşünceler görülebilmektedir. Ancak bu düşünceler kitle içerisinde iken bireyin kendisi tarafından bilinçli bir şekilde bütüne uyum sağlamak uğruna bastırılmaktadır. Gözlemlenen 800 kişilik grupta da bireylerden fikirlerinin ve ortaya konan söylemin tersi düşüncelere sahip olanlarının çekirdek gruplar içerisinde bu fikirlerini söylemekten kaçınmadıkları ancak daha büyük grup olan iç gruplara gelindiğinde çekirdek grubun ortak söylemlerinin çerçevesi içerisinde kalmayı seçtikleri görülmüştür. Son olarak kitlenin harekete geçmesinin ortaya atılan söylem karşısında bireylerin birbirlerini güdüleyecek söylemler üretmesi ile kitlesel hareketin başladığı görülmüştür.

Yani bireylerin birbirlerini tetikleyici konuşmaları sonucunda kitleyi harekete geçirecek büyük dalga oluşmakta ve bu dalga içerisinde birey kendi başına yapamayacağı eylemleri düşüncesiz bir şekilde büyük bir cesaretle gerçekleştirmektedir. Zira kitle içerisinde iken bireysel yükümlülük ve sorumluluklar dağılarak yerine kitlesel sorumluluk gelmekte ve bireysel yükümlülüğe oranla çok daha hafif olan kitlesel yükümlülüğe geçildiğinde ise bireyin daha hırçın, öfkeli ve şiddete eğilimli olduğu görülmektedir. Çünkü birbirini tetikleyen bireyler içsel kontrollerini kaybederek kitlenin hareketlerini taklit etmeye başlamaktadırlar. Bu taklit önlenemez bir taşkınlığa neden olabilmektedir.

Kitlenin sorumluluğun dağılımı ile şiddet eğiliminin artışı paraleldir. Bu durum tablo 02’de gösterilmiştir.

Tablo 02

Birey kendi başınayken ağır sorumluluk sürecindedir. Bu evrede yaptığı veya yapacağı her şeyin sorumluluğunu yüklendiği için hareketlerinde daha düşünceli davranmaktadır. Tercih grubu içerisine girdiğinde dağılan bir sorumluluk süreci başlar. Bu süreçte birey kendisine yüklenilen görevlerin sorumluluğunu üstlenir. Çekirdek gruba geçildiğinde artık birey sorumluluğunu Lidere yükler ve alınan kararların yükünden kurtulur. İç grup evresine geçildiğinde ise artık birey Liderden beklediklerini yerine getirmesini ister. Bu Liderden beklediği sorumluktur. Nihayetinde kitle oluşumunun tamamlandığı evrede birey sorumluluklarının ortadan kalktığını ve tüm sorumluluğun kitlenin tamamına ait olduğunu varsayar. Böylece ortaya çıkan olumsuz davranışlar birey için bir engel oluşturmaz ve şiddet eğilimini bu sayede göstermekten çekinmez. Bireyin içerisinde toplumda bir birey olarak var olduğunda bastırdığı şiddet ve öfke duygusu kitle ile bütünleştiğinde ortaya çıkar ve kitlenin hareketlerine yansır.

Tetikleyici Tehdidin Oluşumu

Kitleyi tetikleyenin temelde göze görünen ve bir seferde gerçekleştirilmeye çalışılan hamlelere olan karşıtlıklar olduğu gözlemi Gustave Le Bon tarafından Kitleler Psikolojisi kitabında vergi örneği üzerinden ele alınmış ve kitlenin tepkileri bu örnek üzerinden çok güzel açıklanmıştır.

Le Bon kitabında “Örneğin bir kanun yapıcısı yeni bir vergi koymak isterse, nazari olarak en adaletli olanını mı seçmelidir? Hiçbir zaman. Vergilerin en haksızı, eğer dikkate az çarpar ve görünürde az ağır olursa kitleler için pratik bakımından her zaman iyi karşılanır. Her gün tüketilen mallar üzerine, kuruş kuruş hesaplanan vergi, halk tabakalarının alışkanlıklarını sarsmaz, pek az etki eder. Bu verginin yerine, gündeliklere veya başka bir gelir üzerine nispi olarak ve bir defa da ödenecek bir vergi koyunuz. Bu vergi ötekinden on kat daha az olsa bile genel protestolara neden olur.” (Kitleler Psikolojisi S.16)  ifadeleri ile kitlenin neye tepki vereceğini açıklamaya çalışır.

Le Bon’un vermiş olduğu örnek aslında kitleyi tanımlayan dolaylı bir yoldur. Bu örnek kitlenin küçük değişimleri fark etmekte duyarsız kaldığını ve tepkinin göze çarpan ve ani çatışmalara verildiği tezini ortaya çıkartmaktadır. Le Bon’un örneğinden yola çıktığımızda bir kitleyi uyandırmadan o kitle üzerinde değişiklik yapmak ya da o kitleden istenileni almak mümkündür. Bunu başarmak için de kitleye yönelik yapılacak hareketlerde olabildiğine minimal ve genel uygulamalar seçilmelidir. Küçük parçalar haline dönüşen çatışmaların kitlenin harekete geçme dürtüsüne dokunmayacağı şeklinde algılanabilir. Nitekim kitlelerin geçmişten günümüze kadar ki süreçleri incelendiğinde birçok önemli çatışmanın aksine yaşam veya ekonomik düzeyde gerçekleşen ve göze batan büyük çatışmalar neticesinde harekete geçtiği görülmektedir.

Le Bon kitabında kitlenin oluşumu için bireylerin aynı ortamda bulunmalarının gerekmediğini belirtir. Günümüzde bu durum sosyal medya ağları ile gerçeklik kazanmıştır. Ancak bu kısım kitabın ilerleyen bölümlerinde Sosyal Medya Kitle Hareketi başlığı altında incelenecektir. Kitleyi oluşturan bireylerin bir araya gelişi rastgele değil ortak bir karşıtlığın sonucudur. Bireyler kitle içerisinde ortaya çıkan ideolojinin ya da tezlerin kendileri içinde çözüm olduğu düşüncesini paylaşması ile kitleye katılım gösterirler. Bu birleşme Le Bon’un da dediği gibi kollektif bilinci oluşturur. Kollektif bilinç bireyin kitleye katılımı ile kendi bilinçli kişiliğinin geçici olarak silinip, artık kitle bilincinin oluşmasıdır. Birey bu aşamada çekirdek grup yaklaşımında da belirtildiği üzere sorumluluklarını aşama aşama devreder ve nihayetinde kitle bilincine uyum sağlar.

Le Bon’un aksine  Sigmund Freud “hafif bir antipatiden azgın bir nefret doğup çıkar” (Kitle Psikolojisi s.32) diyerek kitlenin çatışmada hafif bir  antipatiden dahi büyük bir nefrete ve şiddete başvurabileceğini öne sürer. Freud “Kitleyi etkileyecek kimsenin, elindeki kanıtları mantık açısından ölçüp tartmasının gereği yoktur; işi alabildiğine güçlü imajlara dökmek, abartmaya kaçmak ve boyuna aynı şeyi tekrarlamak amaca ulaşılmasını sağlar.” (Kitle Psikolojisi S13) demektedir. Freud’un dediği gibi kitlenin temsilcisi konumundaki liderin basit ve fantezi derecesine varan taleplerini sürekli dile getirmesi çatışmayı dinç tutacak ve kitlenin devamlılığını sağlayacaktır.  Freud, kitlenin özelliklerini sayarken kitlenin gerçekle ilgilenmediğini ve hep bir illüzyonlara kucak açtığını ve bu illüzyonlardan bir türlü yoksun kalamadığını belirtir. Bu illüzyonların neticesinde zapt edilemez bir coşku duygusuna kapılan bireyler bilinçlerini kaybeder ve kitle bilinci ile bütünleşirler. Bu aşamada şiddet ve aşırılık artık onlar için yalnızca coşkuyu tetikleyecek eylemlerdir.  William Mc Dougall bu coşku halini ve bireyin kitle içerisinde kendi bireysel sınırlandırmalarını aşarak yapmayacağı işleri ve şiddet hareketlerini yapmasını ;

“Bireyin duygularının bir kitledeki kadar şiddetlenmesine başka koşullar altında pek rastlanmamakta, sınırsız ölçüde kendilerini tutkularının eline bırakmak, beri yandan kitlede eriyerek içlerindeki kişisel sınırlılık duygusunu yitirmek bireyler için bir haz kaynağı oluşturmaktadır” (Thc Group Mind – Grup Zihni) diyerek açıklar.

MCDougall bu duruma “Duygusal Bulaşma” ismini vermektedir. Yani birey kitle içerisinde diğerlerinden aldığı güç ve özgüven ile normalde yapamayacaklarını yapmakta cesaret bulur.

McDougall sosyal bulaşmayı “Kitlede patlak veren bir heyecan durumuna ilişkin belirtilerin bireyler tarafından algılanması ve bireylerde otomatik yoldan aynı heyecanı doğurmasıdır. Belli bir heyecan ne kadar çok kişide kendini açığa vurursa, kitlenin öbür bireylerinde ortaya çıkmasını sağlayan otomatik zorlama o kadar güçlenir. Ruhundaki eleştiri mekanizması çalışmasını durduran birey, kendini aynı heyecan durumu içerisine sürüklenmeye bırakır. Öte yandan, bireyin heyecanı onu etkileyen öbür bireylerin heyecanında bu kez artışlara yol açar; böylece bireysel heyecan karşılıklı endüksiyon (ateşleme) yoluyla şiddetlenir.” İfadeleri ile açar.

Tüm bu açıklamalar neticesinde, ÇEKİRDEK GRUP YAKLAŞIMI tezinin varsaydığı kitle oluşumu sürecinde Güdüleyici Dalganın Oluşması ve en alt grup olan çekirdek gruptan en üs grup olan kitle sürecine geçişin sağlanması için ara grupların Lider üretimini tamamlayıp ortak söylem ağını kurmaları gerekmektedir.  En altta başlayan bulaşma kitlenin geneline yayıldığında kitle bilinci ve söylemi oluşmakta ve kitleleşme süreci tamamlanmaktadır.