Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralı

Bu kurala göre liderler kitlelerini deşarj edip sürekli diri ve kendilerine bağlı tutmak için devamlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklarda karşı tarafı yani onlar diyerek ötekileştirdiği tarafı suçlayıcı argümanları kendi kitlesine sunmaktadır. Bu sayede kitlesini diri tutarken karşı tarafın kendisine yönelttiği haklı yada haksız tüm argümanları da çürütmekte ve kitlesinin dağılmasına neden olabilecek olası tehditleri sağladığı bu ötekileştirme gücüyle bertaraf etmektedir.

Onlar ve biz şeklinde ortaya çıkan bu karşılıklı çatışmanın başlıca unsurları şunlardır; kitleyi inandıracak bir hedef yada idealin ortaya konması.
Karşı tarafı bir ideolojik yada karşıt herhangi bir görüş kalıbı içine yerleştirmek.
Karşı tarafa yönelik yürütülen ötekileştirme safhasında yapışkan söylemler üretmek.

Öyle ki bu yapışkan söylemler zamanla kalıp halini alıp karşı kitleyi telaffuz etmek yani onları açıklamak için kullanılabilmektedir. Örnek verecek olursak Ak Parti’nin CHP’ye yönelik CeHaPe Zihniyeti söylemi yada karşı tarafın yani CHP’nin Ak Parti’ye yönelik AKePe iktidarı söylemi bu yapışkan söylemlere önemli bir örnektir.

Bu söylemlerin üretilmesi ile birlikte kanaat önderleri ve onun yanında yer alan destekleyici önderler bu söylemlerin tüm kitlenin içerisinde yayılmasını sağlayarak karşı taraftan gelecek akılcı ve gerçek argümanların dahi kendi kitlesi içerisinde müdahaleye gerek kalmadan gerçekliği tartışılır bir zeminde ortaya çıkıp hızla yine kitlenin kendisi tarafından imha edilmesi sağlanmaktadır. Bu sürecin yaşanabilmesi için her iki tarafta gerek medya organları gerek sohbet ortamları dahil kitlesine ulaşabileceği her ortamda bu argümanları kitlesine dayatmaktadır.

Öyle ki siyasi partiler ele alındığında her hangi bir tanesinin il yada ilçe teşkilatı binasına girdiğinizde karşılaşacağınız muhtemel ilk materyaller ya o görüşü savunan ve karşıt görüşü yere sermek için ağır dil kullanan gazete nüshaları olacaktır yada yine o siyasal görüşü destekleyici yayınlar yapan bir kanalın TV’de açık olduğunu göreceksiniz.

Bu yöntem ile söz konusu yapılar kendi kitlesine kendi ideolojisini dayatıp mutlak doğru olarak kabul ettirmeye çalışırken aynı zamanda karşıt görüş kavramını da alevlendirmekte ve karşılarına mutlak bir tehdit olacak güç yerleştirmektedirler. Söylemler durağanlaşıp sıradanlaşmaya başladığında karşıtlık çatısı altında bir arada olan kitleler birleşmeye başlayacaktır. Nitekim bu gibi durumlarda siyasal kanaat önderleri genelde kendilerini hedef alan birkaç argümanın yayınlanmasında bir sakınca görmeyeceklerdir. Zira bu tip saldırılar yani kitlenin inandığı ideale saldırı olası yumuşamaların yerine şiddetli ideoloji çatışmalarını yeniden getirecektir.

Bu kural yalnızca siyasal anlamda değerlendirmeler ile ortaya konulamayacak kadar geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bir diğer örnek olarak şirketlerinde rekabet adı altında aslında kendi müşteri portföylerine yönelik sadık kitle oluşması için benzer çalışmalar yürüttükleri sık sık görülen bir durumdur. Örneğin gofret üretimi yapan iki ayrı şirketi ele aldığımızı düşünelim. Eğer A şirketinin gofreti fazla satmaya başlamışsa B şirketi bir anda bu alana yoğunlaşıp reklam ve pr çalışmaları yaparak öncelikli kendi kitlesine gofretlerinin daha iyi olduğunu anlatır. Bu çalışmanın ardından diğer şirketi yani karşıtı alt etmek ve kitleye bakın onlardan daha iyi olan biziz imajını vermek için sokaktan yararlanırlar. Yani sokağa çıkıp iki isimsiz gofret sunduk insanlar diğer bir deyişle genel kitle bizim gofretimizi seçti demek için çaba sarf ederler ve istediklerini aldıklarında da tüm kitleye bunu duyurmak için yine medyanın gücünden faydalanırlar. Burada şirketler rekabet sırasında karşıtlık kullanmış yani karşıt bir görüş inşa edip sonrasında onu kendileri karşısında çürütmek için kitleye argümanlar sunmuşlardır.

Karşılıklı Suçlayıcılık Kuralının en fazla kullanıldığı alan spor alanıdır. Özellikle futbol tamamen karşılıklı suçlayıcılık kuralı prensibini uygulayarak kitlesini deşarj etmekte ve sömürmektedir. A Spor takımı yer aldığı ligde muhakkak bir başka kulübü ezeli bir rakip olarak seçmiştir. Bu hedef seçimi genelde güç dengeleri gözetilerek yapılır. Yani A Spor takımı kendisinden kat ve kat güçlü C kulübünü hedef seçmek yerine kendisine en yakın güçteki B kulübünü hedefine alır.  Ligde başarısız olduğunda yada işler kötü gittiğinde futbolu takip eden herkesin de bildiği üzere ki özellikle büyük kulüpler bunu yapar. Mutlak ezeli rakip seçtikleri karşıtlarını ezmenin ligde başarılı olmaktan çok daha önemli olduğunu kitlelerine empoze eder ve bunu sürekli olarak dinç tutarlar. Zira işler kötü gittiğinde ezeli rakibi yenmek onlara kitlelerinde yükselen huzursuzluğu dindirmek için bir can simidi olacaktır.

Futbolda özellikle karşıtlıklar o denli hat safhaya çıkartılır ki kitleye 12. Adam yada sen yoksan eksiğiz gibi söylemler ile bağlılıklarının kulübün devamlılığı için bir mecburiyet olduğu ve sırtlarını dönerlerse ihanet etmiş olacakları benimsetilir. Bu sayede taraftar olarak lanse edilen etkilenmiş kitle inandırıldıkları kulüp için zamanlarını ve paralarını gönüllü olarak verirler. Bu safhaya başarıyla geçebilmiş spor kulüpleri genelde ürünlerini oldukça pahalı fiyatlara satarlar ve bunu yaparken de kitlelerine güçlü destek için bunun gerekli olduğunu dile getirirler. Ne var ki kulüpler genelde toplanan paraların büyük kısmını boşa harcar ve hep daha fazlası için kitlesinden para ve zaman ister. Karşılıklı suçlayıcılık Kuralı sayesinde de bu istediklerini çoğu zaman elde ederler. Ezeli rakiplerine yada kendilerini engellediğini dile getirdikleri kişileri kurumları öne atarlar ve karşıtlığa karşı kendi kitlelerini güçlü olabilmek için bir arada olmaya mecbur bırakırlar. Bu sayede her ne kadar zaman zaman sorgulanıyor olsalar da kitlenin büyük kısmının desteğini her daim karşıtı suçlayarak yanlarında tutmayı başarırlar.

Zira insan inandırıldığı bir şeye karşı saldırıldığında doğal iç güdüleri gereği yanlış yada doğru olduğuna bakmaksızın savunma gerçekleştirir. (Köpek Savunması Modeli yazımda bu durum ele alınmıştır.) Bu durum özellikle bireyin tekil özelliğini kaybedip kitle içerisinde erimesi ve kitlenin akımına kapılması durumunda çok daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkar. Bu sarmaldan ancak birey kendi benliğine dönerek kurtulabilir. Ama ne yazık ki bunun olabilmesi için kişinin söz konusu kitleden uzaklaşması ve konulara karşı dinginleşmesi gerekir.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğu kendi fikirlerini ortaya sunmaktan aciz ve başkalarının fikirlerini savunarak bu boşluklarını doldurma çabasındalar. Yazının başlığında vurgulamak istediğim noktada bu aslında, bir çoğumuz başkalarının fikirleri üzerinden  yola çıkıyoruz. O fikrin sahibinin ve düşünce yapısının çarpıklıklarını görmezden gelerek bilinçli ve istekli bir körlük yaşıyoruz.  

İnsanlar modernleşme adı altında her gün biraz daha yobazlaşıyorlar. Hayal dürtüsünü kaybediyor. İnsan yalnız ve robotik toplulukları kendi eli ile oluşturmaya başlıyor. 

Yalnızlık kalabalık şehirlerde kutu gibi evlerin içinde bireye kadar indirgenen bir etkileşimsizliğin hastalık olarak yansıması şeklinde karşımıza çıkıyor. Buna birde hür fikir ve hayallerin bastırılması ekleniyor ki depresyon ve psikolojik bozukluklar ortaya çıkı veriyor.

Hür insanın hür fikri olur. Ne yazık ki insanlar fikir özgürlüğünü bir birlerine karşı kurdukları baskılar ile önlüyorlar. 

Benim fikrim var ve ben üstünüm bakışıyla karşıt fikirlere ve eleştirilere tahammül göstermiyoruz. Onları dinlemiyor sağlıklı iletişimin ilk başlangıcı olabilecek empati ilacını kullanmıyoruz. 

Eğer benim gibi düşünmüyorsa yanlıştır kafasıyla bir birimizin fikirlerini ezip geçiyor. İnsanların düşünce ve fikirlerini paylaşma özgürlüklerini kısıtlıyoruz. Tatlı bir ortamda seviyeli tartışmalar ile fikirlerin çarpıştırabileceğini unutup susturma veya düşünceyi değiştirerek kendi görüşümüzü dayatma aşkımız neticesinde insan ruhunun özgürlüğünü simgeleyen fikir ve hayalleri zihinlerin derinlerine zorla gömüyoruz.

Tüm baskı ve hoşgörüsüzlüğümüz karşısın da bu baskının tesiri ile ruhun daralmasına , kin ve nefret eylemlerinin ortaya çıkmasına, ahlâk ve etik kurallar çerçevesin de yapılabilecek eleştirilerin doğrudan hakaret düzeyinde ortaya çıkarak toplumun iç bütünlük dinamiklerinin zedelenmesi ile sonuçlanmasına neden oluyoruz. 

Ve tüm bunların neticesinde elimize geçense sadece paramparça olmuş bir toplum ve gelişmenin, fikirlerin özgürlüğü yerine kısır siyasi söylemler ile karşılıklı hakaretleşmelerin yaşandığı bir ortam. 

Ne diyeyim fikirlerin hür. 

Hayallerin gerçek olduğu bir dünyada görüşmek üzere.

Başlık ile yazı ne alâka diyenlere itafen bu gün insanların büyük çoğunluğunun savunduğu ve kendi hür fikir ve düşüncesi sandıkları, aslında kendilerine bir grup yada kişi tarafından dayatılanlardır. Bir fikrin sahibi olmak için onu sizin ortaya çıkartmanız gerekir. Edindikleriniz fikrinizin temelini oluşturmuyor fikirlerinizi revize etmenizi sağlıyorsa hürsünüz demektir. 

Sürç–i Lisan Ettim ise Affola

Her geçen gün gençliğimizi biraz daha kaybettiğimiz bir gerçek. Ne yazık ki Avrupa’i yaşam tarzının kültür çatışmalarından başarıyla çıkıp hayatımızın her alanına müdahale ettiğini görüyoruz.

Özellikle her yeni NESİL’de bu müdahale artıyor. Elimizden kayıp giden bir gelecek ile karşı karşıya kalıyoruz. Gençlerimizin büyük kısmı boş ve tüketim odaklı hevesler peşinde zayii olup gidiyor. Üretim toplumları kapitalizm sisteminin değirmeninde tüketim odaklı aptal toplumlara evriliyor.

Bu yüzden diyorum “KAYIP GENÇLİK” diye. Çünkü gençliğimizi hızla kaybediyoruz. Gençliğimizi kaybettikçe buna paralel olarak geleceğimizi de kaybediyoruz. Lüks kahve ve restoran zincirlerinde aylık kazançlarını gömerken, mutlu görünmek ve sosyal medya hesapların da kendini önemli göstermek için hayatını süslü bir abartılmış belgesel olarak sunan gençlerimiz yalnızca tüketme odaklı bir zihni yapı ile hareket ediyorlar.

Tek amacı karşı cinsle münasebet ve eğlence olan bir gençlik ortaya çıkıyor.

Ne yazık ki kültürel açıdan artık eski Türk aile yapısı ve gençlik anlayışı yok. Bu değerler büyük bir bozulmaya uğradı.

Geleceğimizi kurtarmak için gençliğimizi kurtarmak zorundayız. Üniversiteye gelmiş öğrencilerin eskinin ilk okul çocukları gibi davranıyor olması, öğretmenlerine karşı saygısız davranışları, kulaktan dolma bilgiler ile hareket eden yönlendirilebilir bir yapıya sahip olmaları gelecek ve gençlik için büyük alarmın tetikleyici unsurları.

KAYIP GENÇLİK’i bulmalıyız yoksa hem geleceği hem gençliği kaybediyoruz.

Şu anda 2012 yılından bugüne kadar ki en kısa köşe yazımı okuyacaksınız.

Güzel ülkemiz Türkiye’de siyasetçiler dendiğinde muhakkak herkesin kendince bir yorumu vardır. Benim lügatimde ki Siyasetçininse üç evresi vardır güzel dostlar. Bunlar ;

Birinci evrede İlk seçildiklerinde siyasetçiler tam bir Ahi esnafıdır. Vatandaşa hizmet için çalışan azimli kararlı ve yenilikçi insanlardır.

İkinci evreye geçildiğinde yani ikinci kez seçildiklerinde aç gözlü, yeni büyüyen beyaz yakalı şirketi  gibidirler.  Her yere atılır her yerde güçlenmeye çalışırlar. Bunda başarılı olurlarsa  Holding gibi olurlar.

Üçüncü evreye geçildiğinde yani üçüncü kez seçildiklerinde ise esnafın üzerine çöken mafya gibidirler. Bencil, kindar ve zalimdirler. Etraflarına doluşan onlarca modern takım elbiseli zibidi ile ahkam kesmeye, kendilerini kral gibi görmeye başlarlar. Yanlarındakiler de kraldan çok kralcıdır tabiki…

Bu güne kadar siyasetin koltuk aşkına kapılmayanı görmedim, nitekim o koltuğa oturup bozulmadan kalabilen de çok nadirdir.  Bilmiyorum belki bize de nasip olsa idi bende bir değişim geçirecektim.  Arada oturduğum makam koltuklarında hep aynı şeyi derim : “ Arkadaş hakikaten bu zalım koltuktaki tatlılık insanın nefsini harlayıp gözünü kör eder. “

Neyse en kısa yazımı da uzatmadan böylelikle sonlandırayım değil mi?

Sürç-i Lisan Ettim İse Affola dostlar… 

2019’da Türkiye yerel seçimler için bir kez daha sandık başına gidecek. Elbette demokrasinin güzelliği seçimlerdedir. Lakin nedendir bilmiyorum güzel memleketim hep bir seçim havasında bir türlü seçimden kurtulamıyor.

Tabi bu durum en fazla ekonomik yönden vatandaşa dokunuyor. Her seçimde partilere seçim yardımı adı altında milyonlarca lira israf etmeleri için aktarılıyor. Misal verecek olursak şu anda önümüzde yer alan yerel seçim için hazinenin kasasından siyasi partilere seçim yardımı diye 670 milyon lira ödenecek.

El İnsaf Minal Vicdan

Allah aşkına şu paraya, paralara bakar mısınız? Seçim için harcanan paralar bir yerde yatırıma istihdama teşvik olsa vallahide billahi de canım yanmaz amma elimize geçen kağıt broşürler, sağa sola asılan ve seçimden sonra bir daha işe yaramayacak olan siyasi parti bayrak ve posterleri, çakkıdı çakkıdı müzikler çalarak sağda solda gezinen otobüs ve minibüsler den bir şey değil. Bize dokunan bir yer varsa oda milletçe cebimizden çıkan  ve boşa harcanan 670 milyon liralık servetimiz.

Siyasi partiler bir oluşum olarak taraftarları ile var olmalıdır diye düşünüyorum ve bu düşüncemi de şiddetle savunuyorum. Siyasi partilere devlet neden yardım ediyor ki!

Madem bir memleket sevdası ve aşkı için yola çıkılmış. Her parti kendi gücü yettiğince kendi bütçesini oluştursun ve bu bütçeleri kullanarak seçmenine ulaşmak için çaba sarf etsin. Sonuçta yırtılan kendi cepleri olunca inanın bu gün ki seçim savurganlığından eser kalmaz.

Bu ülkeyi üç beş siyasi değil. Bilim insanları, üretken ve çalışkan insanlar kurtarabilir ve yarına ulaştırabilirler. Biz onlara harcamamız gereken parayı boş işlere yatırıp batıyoruz.

MİLLETİN Mİ? VEKİLİ

Memlekette liyakat değil siyasilerin adamı olmak prim yapıyor ne yazık ki.

Milletin seçtiği ve adının Milletvekili olduğu 650 vekilin giderlerinin ülkenin bir çok harcamasının üzerinde olup bazı önemli kurumların bütçeleri ile adeta yarışır nitelikte olması ortada bir yanlışlığın ve tezatlığın olduğunu göstermiyor mu? Ülkemizde ki ortalama maaşların çok çok çok üstünde maaş alarak daha en başta milletten kopan sevgili vekillerimizin, en kaliteli yemekleri en ucuza yiyebilmeleri. Altlarına tahsis edilen ve yakıtı dahi devlet tarafından sağlanan otomobilleri ile gezerken eşlerini dostlarını aradıkları telefonlarının bile faturaları devlet tarafından ödenirken çok ihtiyaçları varmış gibi en yüksek maaşları alıyor olmaları da ayrı bir tezatlık değil de nedir?

Siyasetin devletin bütçesinden yediği parayı ilime, bilime aktarmış olsaydık. Bu gün Türkiye’nin geldiği noktaya 30 yıl önce gelmiş olabilirdik. Ama eyvahlar olsun ki biz hep şatafata ve lükse para harcayıp ilmi ve bilimi  ikinci plana itan bir millet olduk.

Bir babayiğit çıkıp da inşallah bir gün derki : “ Efendiler biz siyaset eşrafı olarak artık şu devletin parasının bizim lüksümüze aktarılmasının önüne geçmeliyiz. Gelin maaşlarımızı düşürelim. Gereksiz yere istihdam ettiğimiz ve ettirdiğimiz torpil yapar danışmanlarımızı kovalım. Halkımız da aç olan insanlar varken biz lüks içinde tok yatmayalım. Milletin seçtiği insanlar olarak gelin gerçekten MİLLETİN VEKİLİ olalım.” der ve bu milletin ve dahi devletin daha ileriye gitmesinin yolunu açar İNŞALLAH.

Bilinsin ki bu yazıda zerre oranda siyasi bir amaç ve hedef kırıntısı dahi yoktur. Tüm SİYASET mekanizmasını kapsayan ve bir vatandaşın bakış açısı ile yazılmış bir yazıdır bu okuduğunuz. O yüzden içeriğinde şuna laf atılmış şuna atıfta bulunulmuş diye bir arayışın içine girmemenizi ve yazının konu edindiği gibi resmin geneline odaklanmanızı siz değerli okurlarımdan rica ederim. Aklı evvel insan da çok memlekette kendi kafasında boş çıkarımlarda bulunup bu yazımı bir taraflara çekmeye çalışmalarının önüne geçmek için yukarıda ki uyarıyı yapma ihtiyacı duydum.

Ne diyelim.

Sür-i Lisan Ettim İse Affola

Günümüzün en moda dizileri şüphesiz mafya dizileri, özellikle egemen kanalların neredeyse hepsinde mafya veya mafya vari dizilere rastlamak mümkün. Bu yazımda bu konuya değinme ihtiyacı duydum.

Bu konuya değinme ihtiyacı duydum çünkü insanlarımız izledikleri dizilerden isteseler de istemeseler de etkileniyorlar ve ortalık mafyacılık hülyasına dalan gençler ile dolup taşmaya başladı.

Bireyler izledikleri dizilerde ki karakterlere hayran oluyorlar. Bu hayranlıkları neticesinde bir süre hayranı oldukları karakteri hayallerin de canlandırarak onların bir fedaisi oluyorlar yada bizzat o karakteri kendileri olarak görüyorlar.

Bu hayal etme süreci bir süre sonrasında bireylerin gerçek hayatlarına da yansımaya başlıyor. Örnek vermek gerekirse kendilerini özdeşleştirdikleri karakter gibi yürümeye başlıyorlar yada o karaktere özgü bir takım hareket ve davranışları kendilerine entegre ediyorlar. Bu süreç sonucunda bireyler ne yazık ki kendileri için gerçek dünya ve hayal dünyasını harmanlayarak ortak bir alternatif dünya oluşturuyorlar ve bunu yaşamaya başlıyorlar. Bunun sonucunda bazı anormal davranışlar ve en önemlisi dizilerde gördükleri suçları kendileri için meşru ve normal görmeye başlıyorlar.

Şimdi ben izlediğim dizide ki veya filmde ki bir karakter ile bağ kurmuyorum diyen var mıdır? Alacağımız cevap birkaç kendini farklı görmek isteyen insanlar dışında geriye kalanın tamamında “evet karakterler ile bağ kuruyorum” olacaktır.

Bu bağ kurma durumu bir süre sonra gerçek hayatından memnun olmayan ve kendini özdeşleştirdiği karakter gibi yaşama hevesini içinde barındıran bireylerde kendi karakteri ile dizideki karakterin sentezinden oluşan yeni kişiliğini inşa etme süreci olarak ortaya çıkıyor. Sonucunda da kişi egemen medya da yer alan bir mafya dizisinden etkileniyorsa adam öldürme veyahut diğer suçları işleme olasılığının yükseldiği kanısındayım.

Çünkü bu tip diziler vasıtası ile suçlar sanki sürekli rutin olaylarmış gibi lanse edilmekte. Bu dizilerden etkilenen insanların da bir süre sonra algılarında bu olayları standart bir ritüel olarak algılama ve olaya alışma sorunlarını yaşamalarının kaçınılmaz bir sonuç olduğu düşüncesindeyim.

Ben bir Psikolog değilim İletişimciyim. Bu nedenle olayın psikolojik tabanına ışık tutacak bir yeterliliğe sahip değilim. Ancak bu dizilerde gösterilen suçların ve sonucunda bu suçları işleyen insanların bir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor olmaları dizilerden etkilenen ve onun bir senaryo olduğu gerçeğini unutarak gerçek gibi görmeye başlayan bireylerin tutum ve davranışlarını etkilediği gerçeğini kimse inkar edemez. 

Yazıyı yavaş yavaş toparlayacak olursak. Özendirici dizilerin kamuoyu ve toplum sağlığı için bir düzene ve sınırlamaya tabi tutulmalarının gerektiği tezini öne sürüyorum.

Klasik son cümlemiz ile “Sürç-i Lisan Ettim İse Affola” diyerek bu yazımı da burada noktalıyorum.

Son yaşanan Brunson mevzuu ile birlikte aslında ABD’nin en güçlü silahının geliştirdiği milyon dolarlık teknolojiler veya beslediği koca ordusu değil ekonomik açıdan tüm dünyayı dize getirmesine tek kurşun dahi atmadan yarayacak Dolar olduğunu görme fırsatını bir kez daha gördük.

DOLAR YIKILIRSA ABD YIKILIR

Evet bu gün pahalı bir şeyleri yada yatırımları dile getirirken tüm dünyada olduğu gibi bizde ABD’nin gücü olan para birimi dolar ile telaffuz ediyoruz. Öyle ki yazının en başında bile milyon dolarlık kelimesi ile bende bu para birimi cinsini kullanmak mecburiyetinde kaldım. Bir süre farklı bir cümle kurmak için çabalasam da ne yazık ki aklıma bir başka kullanılabilecek kelime gelmedi.

Doları yıkmalıyız çünkü ABD dolar sayesinde Dünya’ya egemen olabiliyor. Bakınız ne yazık ki bir devletin borçlanması bile bu gün dolar bazında gerçekleşiyor. Kısaca tüm Dünya bir ülkenin parasına gebe yaşıyoruz. ABD Benjamin sayesinde başka ülkelerin para birimleri üzerinde devalüasyon etkisi kurabiliyor ve hedef ülkeyi normalde ödeyebileceği borcunu ödeyemeyeceği büyüklüklere katlayarak o ülkeyi kendisi için bir sömürgeye rahatlıkla çevirebiliyor. Bu yöntemi de her yerde kullanmaktan çekinmiyor. Bakınız en son bizim ülkemizde bunun bir benzerini yaşadık. 300 lira borçluyken bir geçede bir haftada hatta bir ayda bu borcumuz durduğu yerde 600 TL’lere kadar fırlayı verdi. Biz 300 TL’lik borç alıp yalnızca bu rakamı harcamışken ödemek zorunda olduğumuz para 2’ye belki de 3’e katladı. İşte dostlar Dünya tarihin gördüğü en büyük Tefecinin “Dolar’ın” elinde sömürülüp gidiyor.

 Üstelik bu baş belası yeşil kağıtları ABD bir altın rezervi gibi değerli bir madene indeksli basmıyor. Yani bu gün elimize alsak Benjaminlerimizi ve gidip ABD’nin kapısını çalıp al Benjamini’ni ver benim değerli madenimi desek bize ABD bir karşılık veremeyecektir. Anlayacağınız karşılığı olmayan bir kağıdı tüm dünya bağımlı bir şekilde kullanıyor.

Eğer olurda Türkiye, Rusya gibi Dünya’da üretimin yeni merkezleri olabilecek potansiyele sahip devletler Dolar krallığına rest çekip biz kendi paramızı kullanacağız ve kendi paramızla borçlanacağız derlerse ve Dünya pazarına satışlarını bu şekilde empoze etmeyi başarırlarsa Dolar’ın devalüe ettiği para birimleri doları devalüe etmeye başlayacaktır.

Bu Tefeciden kurtulmanın yolu kendi para birimine sahip çıkarak onu değerlendirmek ve uluslar arası arenada geçerliliğini arttırarak karlılığını sağlamaktan geçiyor.

Doların Devalüasyonları ile can çekişen devletler ve bu gün onlara nazaran iyi durumdaki tüm devletler Dolar Tefecisinin her saniye potansiyel hedefi olabilecek konumdalar ve kendilerini bu canavardan kurtarmadıkça da hep ekonomik güç açısından ne yazık ki bağımlı kalacaklardır.

Son Cümlemiz ile bu yazımızı da sonlandıralım a dostlar “Sürç-i Lisan Ettim İse Affola”

Dün büyük bir gurur yaşadık. Devrim otomobillerinden  60 yıl sonra yeniden kendi otomobilimizi üretmek için yola çıktık. Dün ilk prtotipleri gördük ve gurur duyduk. Teknolojisi ve tasarımı konusunda her göreni kendine hayran bırakan bir başarıyı gördük. 

Gelin görün ki! kendisini yalnızca muhalefet etme cahiliyetine hapis etmişler bu girişimide küçümseyip kötülemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. 

Birileri çıktı ; “İtalyan otomobilleri geldi. Kaputuda var”  gibisinden mesajlar ile kendi kendilerine üretmek zekasından uzak olduklarını açık ettiler. Bu elemanların kafalarına kalırsak o vakit TESLA’da Türk otomobili oluyor. Neden çünkü TESLA’nın çizimlerinde çalışan Türk’lerde var.

Üretmenin ne demek oldunu bir öğretemedik şunlara… 

Sonra bir diğeri çıkmış. “Kardeşim hani fabrikası bunun Erdoğan binsin diye bir tane araba yapmışlar ” diyor. Diyecek çok söz varda söylenemiyor. Bu adama Dünya’nın neresinde ne üreteceğini tam olarak ortaya koymadan fabrikasını kuran bir girişim gördün mü diye sormak istiyorum. Fabrika dediğin bildiğin işi seri üretime geçirmek için kurulur. Geliştirme aşamasına ARGE denir. Araştırma Geliştirme sürecinde ürünü ortaya koyarsın. Biz bunu üreteceğiz dersin ve fabrikayı bu ürünü en hızlı ve seri üretebilecek şekilde yapılandırır ve kurarsın. 

Devrim’i başarısızlığa sürükleyen kadroların çocukları bu gün TOGG’un başarısınıda gölgelemek için çabalıyorlar. Üzülüyorum! isimleri Türk ceplerinde Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan bu insanların Batı gözlüğü ile kendi toplumlarına bakmalarına üzülüyorum. 

Halkından kopuk kendini AYDIN adleden, kendini GAZETECİ adleden bu kopukları gördükçe üzülüyorum. Bu milleti hep aşağılık gören, yapılan iş kendine fayda sağlamıyorsa onu lekeleyen bu zihniyeti gördükçe üzülüyorum. 

Son bir ricam olacak. Artık bir yok olun, artık şu ülkenin sırtından inin ve sahiplerinizin kuçağına koşun Allah aşkına…

Türkiye’nin Otomobili inşaallah tam şarjla ilerleyecek. 2022’de piyasada yerini alıp Dünya’yı bir Türk firması ile tanıştaracak. Bu güzelliklerden bir tanesinin de benim olmasını çok isterim.  

Son bir haftamız ABD ve İran gerilimi ile adeta ambargo altına alınmış durumda ve hepimizin aklındaki soru “3. Dünya savaşı çıkıyor mu?”

Kendi kendimize bu soruyu sorarak cevabını almaya çalışıyoruz.

Peki biz bu gerilimin görünen yüzüne odaklanıp savaş çıktı çıkacak diye endişeyle durumu takip ederken, aslında arka planda ne oluyor?

Hafıza defterimizi şöyle biraz geriye sarıp gerilimin tarafı olan iki ülkeye bir bakalım istiyorum. Bu gerilimin başlamasından hemen önce İran büyük protesto gösterileri ile sarsılıyordu. Molla rejimi halk üzerindeki yönetim kabiliyetlerini kaybediyor, adeta İran yeni bir devrim havasına girmek üzere eviriliyordu.

Gerilimin diğer tarafı ABD’ye baktığımızda ise Trump azil süreci ile karşı karşıya kalmış ve yüksek ihtimalle başkanlık koltuğunu elinden kaybetmesi ile sonuçlanacak olan süreci yaşıyordu.

Musul’da DAEŞ bahanesiyle Kasım Süleymani komutasında beraber insanları doğrayan bu iki kutup nasıl oldu da bir anda bu duruma geldi.

ABD askerleri ile kol kola Musul’a giren Süleymani, ABD tarafından neden bunca yıl sonra hedef alındı. Genel ortama baktığımızda iki ülkede kendi içerisinde sıkıntılı bir politik süreç yaşıyordu. Bu süreçte Kasım Süleymani’nin ABD ‘ye seslenerek. “Onlar Ruhani’yi değil beni tehdit etsinler” çıkışı aslında bir arka kapıyı araladı.

Trump azil sürecini atlatmak için ABD’yi yeni bir savaş pozisyonuna çekerken, içeride karışıklıklar yaşayan İran ise aynı şekilde savaş pozisyonunu kullanarak bu gerilimi pasifize etmenin en kolay yöntem olacağını anlamış gibi görünüyor.

Danışıklı dönüşün kamera arkasında neler oldu?

İran Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ile savaş pozisyonuna geçti. Böylelikle içeride ki muhalif sesleri bir çırpıda kısı verdi. Zira bu süreçte muhalif sesler yükselmeye devam ederse, muhtemelen tamamı vatan haini ilan edilecek ve akıbetleri kara toprak olacaktır.

ABD’ye gelecek olursak. ABD’de Trump ülkeyi bir savaş gerilimi içerisine sokarak ismi üzerinde yapılan spekülasyonları ve azil sürecini sadece bir operasyon ile ortadan kaldırdı. ABD ve Dünya medyası gözlerini Irak’a çevirdi ve iç işleri unuttu. Böylelikle Trump kendini sağlama almış oldu. İran’ın Süleymani’nin intikamı için ABD üslerini vurması ise savaş naralarını güçlendirecek ve bu oyunu ileri seviyeye taşıyacak yapbozun sadece bir parçasını oluşturuyor.

Vurulan ABD üslerinin uydu görüntülerine baktığımızda üslerde isabet alan yerlerin aslında çokta kritik olmadığı görülebiliyor.  Vurulan bu alanlarda bırakın 80 askeri 10 askeri bir arada öldüremezsiniz.  Kaldı ki İran’ın bu üsleri gerçekten yerle bir edebilecek füzelere sahip olduğu tüm Dünya’nın bildiği bir şey ve İran bu saldırılarda etkisi düşük füzeleri tercih etmiş. Burasıda bir soru işareti hak ediyor.

Nitekim ABD’nin bu hamle karşısındaki pasif tavrı aslında dikkat çeken önemli bir detay. 

Sona doğru…

Savaşın konuşulduğu bir ortamda kimse iç sorunları ve yönetimin yanlışlarını konuşmaz. Böylesi durumlarda devletlerin milletleri topyekün savaş durumuna odaklanır ve bu konu üzerinde hassaslaşır. Aslında klasik bir metotdur ama işede yarar… 

Konuyu neticeye başlayacak olursak. Arka kapıdan çıkıpta olaya geniş pencereden baktığımızda adeta bir birleri ile danışıklı kapışmalarını izliyoruz gibi gözüküyor. Bu süreç gerçek bir savaşa evrilir mi? Orası elbette ki muallakta, nitekim karşımızda çıkarları için gözü dönmüş iki devlet var.  

Suriye konusunda her yeni kıvılcım çıktığında bir tayfa ortaya atılıp ” Bizim Suriye’de ne işimiz var ” diye bağırıp duruyor. Kardeşim bizim Suriye’de ne işimiz var! Çok işimiz var hemde çok işimiz var.
Suriye’nin iç meselesiydi karışmamalıydık diyorlar. Güzel kardeşim senin UTOPİK hayal dünyanda sanıyorum o insanlar kapına dayanmayacaktı. Yada o terör örgütlerinin aman burası Türkiye diyerek sınırın öbür tarafından bizim tarafa bakmaya bile imtina edeceğini falan mı sanıyordun.
Hendek olaylarında o teröristler nereden geldi?
Suriye tarafından yer altından kazdıkları tüneller ile Türkiye’ye geçerek bizim topraklarımıza tecavüz etmediler mi? Askerlerimizi polislerimizi insanlarımızı ŞEHİT etmediler mi?

Hemen sınırımızın yanında yüzlerce kilometre alanı kapsayan bir terör devleti kurmaya kalkmadılar mı? Türkiye’nin şehirlerini de almaya niyetlenip birbirlerine hedef göstermediler mi? Fransız betonu siperlerden, Amerikan askeri düzenide Alman silahlarıyla bize saldırmadılar mı? Neyin pembe rüyasını görüyorsunuz vallahi merak ediyorum. Teröristlerin yalnızca Suriye’de kalacağını sanan ve olaylara bakmakta özürlü olan insanlara sesleniyorum. Sizin derdiniz ney? Bir kez olsun Türkiye’den yana olun be kardeşim. Amerika’nın Rusya’nın yada başka bir üçüncü ülkenin Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini sananlar artık şunu çok iyi anlamalı ” Her ülke ve millet yalnız kendi çıkarı için çalışır ” biz herkese kendimizmiş gibi bakıyoruz. Bu yüzden de hep aldanıyoruz.

Bu gün Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi aslında geçikmiş bir müdahaledir. En başta biz girseydik. Gerekeni biz yapıp onun bunun lafını dinlemeseydik. Bu gün yaşadığımız bu sorunların büyük çoğunluğunu yaşamayacaktık. Biz olayı diplomatik çözelim diye uğraşırken, Rus’u Amerikan’ı bırak elin Kanadalı’sı bile buralara ordusu ile gelip çöreklendi. Bu gün girdiğimiz Suriye’de daha da fazla gecikmeden gerekeni yapıp bu ülkelere siyasal baskı yaparken askeri açıdan da baskımızı göstermeliyiz. Durdurulan Barış Pınarı Harekatı ivedi şekilde yeniden başlamalıdır.

Hep söyledim yine söylüyorum. Masaya oturduğunda sözünün geçmesini istiyorsan ordun sahada tehditkar bir şekilde durmalıdır.